Washington'a da, tıpkı Amerika'ya olduğu gibi, ilk kez 1980'lerin ortasında geldim. O zaman Washington öyle ilgi çeken bir yer değildi. Fakat 1960 ve 70'lerin öğrenci hareketleri bu kenti belleğimize kazımıştı. Vietnam savaşının protesto edildiği en büyük eylemler bu kentte düzenleniyordu. Gene 1970'lerin Washington'undan akılda kalan, ABD'nin siyasal hayatını neredeyse geriye dönüşsüz biçimde sarsan Watergate skandalının yatağı bu kentti.
İlk geldiğimde ayağımın tozuyla müzelere koştuğumu anımsıyorum.
Onların içinde de Ulusal Sanat Müzesi'ydi göz ağrım.
Sonra Phillips Koleksiyonu geldi.
Washington anıtının durduğu büyük çayırlığa falan gidişim çok sonradır. Beyaz Saray'ı hiç merak etmedim. Ne bileyim Jefferson Anıtına da hayli zamanlar sonra gitmişimdir ama Kongre Kütüphanesi akıl alacak gibi değildi.
***
1998'den sonra yılda neredeyse üçdört kez geldiğim, çok uzun süreler kaldığım ABD'ye
1980'lerin ortasından
1993'e kadar yolum düşmemişti. Ama o 1993'te başka bir Washington bulmuştum karşımda.
Clinton dönemi başlamıştı. ABD bir kere daha refaha ve bolluğa gömülmüştü. Ben de her gelişimde bu kentin bir '
müzeler kenti' olduğunu bir kere daha anlıyordum.
1993 sonrası dönem müzelerin olduğu kadar
Georgetown'un ve barlarındır. Şimdi ne kadar hazin, o barların en güzellerinden biri, Washington dendiğinde ilk akla gelen meslek olan gazeteciliğin erbabının mesken edindiği
Nathan's şimdi kapanmış. Neyse ki,
Georgetown tütüncüsü yerinde duruyor ama bu defa ben eskisi gibi puro tüttürmüyorum.
***
Bu defa başka bir Washington var. Yaklaşan seçim heyecanıyla gergin, kıl payı giden çekişme neticesinden tedirgin bir Washington bu. Adaylar arasında şu satırları yazmadan az önce biten son TV kapışmasını izledikten sonra sadece ABD'nin değil bütün dünyanın diken üstünde olduğunu söyleyebilirim. Özellikle dış politikasında neredeyse tepeden tırnağa yanlış yapmış bir
Hillary Clinton'la (ve
Obama'yla) artık iler tutar hali kalmamış
Trump arasındaki bir çekişme bakalım ne getirecek ABD'ye ve dünyaya...
Gene de açık açık söyleyeyim:
ABD büyük ülke. Bunu bir kere daha bugün
müzelerde dolaşırken anladım. Avrupa'dan
bakınca tarihi yok denecek kadar kısa görünen
bu ülkenin ulusal müzelerine giriş ücretsiz. Ve şu yukarıda bahsettiğim
Ulusal Sanat Galerisi'ni dolduran resimler herhalde
müze deyince akla gelen ve senede
12 milyon turist çeken
Louvre'la su içer
gibi boy ölçüşür.
Washington,
Smithsonian demek.
Smithsonian da
19 müze, 20 kütüphane demek. Sadece kuru kuruya müze işleticisi
değil bu devasa kurum. Esas amacı
eğitim. O nedenle kapıdan girdiğimde sorularımı
yanıtlayan 80 yaşında olduğunu söyleyen
komik, yaşlı ama çakı gibi kadın, 'vergiler
başka ne için' diyor, müze bedava mı
diye soran bir başka yaşlı kadına. Öyle olunca
daha eylül sonunda müzelere gelen ziyaretçi
sayısı
23 milyonu bulmuş görünüyor.
Hava sıcak DC'de. Çok nemli. Gündüz çekilmiyor. Ama geceleri 'balmy' dedikleri bu nefis havada büyük, geniş ve ıssız sokaklarda bir yaz gecesi gibi dolaşıyorum. Uzaktan, büyük, Roma mimarisine göre yapılmış ışıklar içindeki müze ve devlet binalarına bakıyorum ve bir kere daha anlıyorum ki, ABD her zaman yarının ülkesi oldu...
8-10 yaşında fark ettiğim bu gerçek bu yaşıma kadar değişmedi!