Türkiye gerçekten önemli bir dönemeçte. Önümüzdeki hafta yazmayı tasarladığım yazılarda da dile getireceğim gibi, bir 'devrim' tamamlandı Türkiye'de. Ekonomik, sosyal ve siyasal devrimler son yirmi yılda gerçekleştirildi.
Bu bir övgü değildir. Bir sosyolojik saptamadır. Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dile getirdiği ve ilk kez, evet, Şerif Mardin tarafından vurgulanan, onun da Edward Shills'ten aldığı 'merkez-çevre' ilişkisi bambaşka bir boyuta taşındı. Çevre merkeze karşı güçlendi.
Şerif hocamızın yaklaşımını ben kendimce biraz daha ilerletmiş ve şimdi 'devrim' diye nitelendirdiğim bu oluşum neticesinde 'merkezdeki çevre' ve 'çevredeki merkez' kavramlarını geliştirmiştim, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-I kitabımda.
Ama Türkiye gözünün önünde oluşan ve yaşananları daima görmezden geldiğinden bu kavramlaştırma da, onu doğuran koşullar da değerlendirilmedi. Önemli değil. Daha çok yazıp, tartışacağız bu konuları. Şimdi, asıl değinmek istediğim hususa geleyim: demokratik devrim!
***
Türkiye,
II. Mahmud'dan bu yana,
Tanzimat'tan bu yana,
1908 Genç Türkler iktidarından bu yana,
Cumhuriyetten bu yana bir oluşumun içinde. Bu oluşumu zaman zaman '
demokratikleşme' diye tanımladık. Doğrusu odur.
Demokrasi dediğimizde bizdeki yapıyı,
laiklik dediğimizde bu ülkedeki yanlış uygulamaları anlamıyorsak, doğrudur, bu oluşumun
demokratikleştirici bir yanı vardır.
Fakat yaşadıklarımızı hiç de böyle kurgulamadık.
Demokrasi bizim için
1950'de, haydi bilemediniz
1946'da başladı. Oysa
1908 sonrasında kıyamet kadar parti vardı siyasal alanda.
Cumhuriyetin onları kapattığını hiç zikretmiyoruz da,
İnönü'nün '
demokrasiye geçişini' alkışlıyoruz. Hiç beis yok, alkışlayalım. Ama gerçek şu ki, biz,
II. Mahmud sonrasını daima '
modernleşme' diye düşündük, '
demokratikleşme' olarak değil.
Modernleştik ama demokrasimiz olmadı.
Laikleştik ama demokrasimiz olmadı.
Batılılaştık ama demokrasimiz olmadı. Bunları demokrasiden muaf, demokrasiye muhalif, demokrasiye mugayir gelişmeler diye tasarladık, uyguladık.
Oysa demokrasi en geniş manada, özü itibariyle üç şeydir:
ordu merkezli yönetime karşı sivilleşmedir, devlet merkezli siyasete karşı siyasettir, seçkinci bir yönetime karşı katılımdır.
***
Bunlar Türkiye'de hiç olmadı değil. Ama yavaş oldu. İleri gidip gidip geri dönmek şeklinde gerçekleşti. Elbette
1950 sonrasının tarihi bu yönlere açılmanın tarihidir. Fakat hiçbir şey istenen hızda cereyan etmedi. Sorun odur.
O sorunun özünde
ordu vardır. Maalesef,
modernleşmenin kaynağında bulunan
ordu,
demokratikleşmenin önündeki engel, fren, set ne derseniz deyin odur. Öyle
27 Mayıs demokratik bir darbeydi,
27 Mayıs Anayasası özgürlükçüydü gibi sözlere
kulak asmanın anlamı yok.
Ordu kendi
seçkinci, devletçi ve varlığını bir
kontrol mekanizması olarak
devletin de üstünde gören tavrıyla darbeleri gerçekleştirdi. Her darbeyi, bu niteliklerle bütünleşmiş
modernleşmeci Kemalizmin gene
seçkinci, devletçi ve
toplum ve siyaset dışı mantığını 'rehabilite' etmek için kullandı. Kendisini her şeyin üstünde tuttu.
Bugün bazı düzenlemeler yapılıyor. Bunu
ordu ötesi bir siyaset, devlet ve toplum kurma yönündeki irade olarak görüyoruz.
Umarız işler bu yönde, bu doğrultuda gelişir.
1800'lerden beri beklenen
demokratik devrim son aşamasına erer.