Fransa'nın güneybatısında ve İtalya'nın Toscana bölgesindeki köylerde biraz zaman geçirdim hayatımın bazı dönemlerinde. Artık gitmiyorum. O köylerde sabah kalkmak, küçük, dar sokaklardan yürüyüp gidip bakkaldan alışveriş yapmak bir zevktir. Yollar tozludur. Ev duvarlarının dibinden yürünür. Etraf serindir. Ağaç dalları insanın üstüne sarkar. Hepsinden önemlisi ortalıkta çıt yoktur.
Şu kaldığım tatil kasabasında bir vesileyle sabah erkence bir saatte gazete almaya gittim. Kaldığım siteden sessiz bir köy içine değil, bal gibi şehirlerarası sayılacak bir yola çıktım. Ortalık ana baba günüydü. O saatte neden o kadar gürültü, koşuşturma olduğunu anlayamadım.
Bakkala girdim, bağırış çağırıştan geçilmiyordu. Sanki alışveriş yapan 'üç- beş kişi' (Adalet Ağaoğlu'nun kulakları çınlasın) birbirini boğazlayacaktı. Bakkal da önüne gelene haykırıp, 'çemkirip' duruyordu. Peki!... Bakkala yürürken bakmıştım. Dönerken de baktım. Belediye bir bisiklet yolu yapmış. Gelin görün ki (ya da hiç görmeyin, daha iyi) bu yol, öyle şeritle, çizgiyle falan değil, her birisi 10 cm'ye yakın yüksekliği olan, 15 cm aralıklarla dikilmiş metal (?) bloklarla ana yoldan ayrılmış. Üstünden arabayla geçmek bir eza. Binaların önündeki otoparklara girip çıkmak o mertebede ürkütücü.
Derken burnum keskin bir kokuyla sızladı. Baktım, çöp için ayrılmış yerde, akşam alınmış bile olsa, müthiş bir birikinti var. Kirpasak içinde. Koku cabası.
Bütün binaların önü işportacı diyeceğim şekilde, hiçbir estetiği olmayan, ucuz, uydurma mal satan dükkânlarla dolu. Hayatımızın en önemli gerçeğinin bu olduğunu düşünüyorum, artık: işportacılar. Bütün kentlerde, görüyorum ki, hayatımız bu işporta gerçeğinin etrafında düğümleniyor. Bütün pasajların, binaların girişi, onlarla işgal edilmiş durumda.