Demiş Hobbes, homo homini lupus. İlk defa Latincesiyle babamdan duyup ezberlemiştim. Daha o zamanlar Hobbes'u okumamıştım. Sonradan okudum bu düşünce adamından ziyade 'oyun yazarı' olarak gördüğüm kişiyi. (Vardır bende böyle bir alışkanlık. Birçok düşünce adamına 'meslek' değiştirtirim kafamda. Mesela Machiavelli olsa olsa romancıdır; Platon, dedikodu köşesi yazarı; Derrida musahhih, Foucault, Marquis de Sade'ın gardiyanı falan...) Hobbes da bu deyimi Plautus'un bir oyunundan almış.
Düşüncesi düşünceme taban tabana ters düşse de onun devletle birlikte bazı toplumları, toplumlardan ziyade insanları anlamak bakımından tek yazar olduğunu düşünürüm. Ama bu kavramı sanıldığı gibi Leviathan'da değil, De Civis'te kullanır, girişinde. (Size bir şey söyleyeyim mi, biraz mahcubum ama o kadar etkilendiğim Freud'un dünyada Hobbes'a en yakın kişi olduğunu zaman zaman aklımdan geçiririm.)
***
Her neyse, geçenlerde bayram tatili münasebetiyle güneye inerken, yolda karşılaştığım manzaralar bana bunları düşündürdü. Bir yandan arabayı sürüyor (çok severim) daha doğrusu süremiyor, bir yandan da böyle şeyleri zihnimde tartıyordum. Osmangazi köprüsünden sonra
trafik durmuştu, bir karış yol alamıyor, bekliyorduk. İzmir'de geceleme hayalini terk etmiş,
Balıkesir'e varmaya çalışıyorduk.
Ama o durmuş trafikte bile insanlar öne geçmeye çalışıyor, emniyet şeridine dalıyor, olmadık işler yapıyordu. Kimsenin umrunda değildi etraftaki dinginlik, eflatun, mor ve mavi devedikenleri... Yapacak bir şey yok, 'esmerleşen akşam'la birlikte Toscana vadilerini anımsatan hafif tepelere bakıyor ve düşünüyordum, cep telefonunda caz vardı.
Tam bir 'road trip' yapıyorduk.
İznik'e uğramıştık. Güzel, nefis surların, Bizans yapılarının, çok sevdiğim
Hacı Özbek Camii'nin etrafında dolaşmış çıkmıştık.
Derken bir yol üstü lokantasına girdik. Vakit hayli geçmişti. Orada insanları tezgâhtaki yemekleri değil adeta birbirlerini yemeğe çalışırken gördüm. Uzun yoldan, sıcaktan sıkılmış insanlar sanki tatile değil kavgaya çıkmışlardı. Birbirlerine saldırıyorlardı. Gel de
Hobbes'u düşünme...
Ondan sonra Balıkesir'e kadar yol iyi kötü aktı, gece yarısına yakın bir otele girdik, beni uyku tutmadı, bu meseleleri kafamda evirip çevirdim.
***
Sonunda bir neticeye vardım. Daha doğrusu epeydir eriştiğim bir neticeyi kendimce, bin dereden su getirerek kendime doğruladım.
Bütün bu yaşadıklarımızın özünde, bana göre,
trajik bir kültür anlayışıyla yoğrulmamız yatıyor. Kabul ediyorum, belki
Barok istisna, hiçbir büyük kültür '
komik' veya 'carniavalesque' değildir. Antik Yunan'dan beri, trajiktir. Bütün
dinler bu trajik olanla iç içedir. Hepsinden beteri diyeceğim,
modern kültür de kendisini trajikle bütünleştirmiştir. Buna '
kıyamet' senaryolarını, '
geri kalmışlık' korkularını,
büyük savaşların yıkımlarını ekleyin.
Bugünkü dünyaya bakın, dün fazla uzak ve yorucu geliyorsa. Dünyanın herhangi bir köşesinde en küçük bir mutluluk haberi var mı? '
Kan, ter ve gözyaşı' ile yoğrulmuş günlerin içinden geçiyoruz, terör, ölüm ve diğer kıyımlarla beraber.
Oysa hiç de öyle değil. Mesela
büyük dünya üniversitelerinin internet sayfalarını
okuyun. Ne
buluşlar göreceksiniz, ne
yeni düşünceler, ne çarpıcı
girişimler. Hayal
kurmanın heyecana dönüştüğünü ve taş gibi
somutlaştığını fark edeceksiniz.
O zaman geriye bir tek şey kalıyor:
neşesini, sevincini, heyecanını yitirmiş
toplumlar, insanlar ve insanlık. Oysa insanlık
daima bunlarla yükseldi:
neşe, iyimserlik, ironi, mizah. Sanat budur! Yaratıcılık budur! Ölüm oradaysa, dirim de buradadır.
Böylelikle kurtulur 'insan insanın kurdu' olmaktan. Herkese iyi bayramlar...