Ben laiklik konusunu severim. Siyaset bilimi içinde tarihle teorinin birbiri içine bu derecede geçtiği ikinci bir konu bulmak zordur. Ve itiraf edeyim ki, biraz da bu özelliğiyle zorca bir konudur. Neticede dinler tarihini hatta mezhepler tarihini bilmek de işin önemli bir parçasıdır.
Türkiye'de ayrıca önemlidir laiklik. Soğuyup soğuyup ısınması heyecan vericidir. Hâlâ ne türden bir yolda yürüdüğümüzü gösterir. Nitekim bundan bir zaman sonra oturup Türkiye'deki laiklik tartışmalarını bihakkın analiz edenler hayli ilginç tablolarla karşılaşacaktır.
Laikliğin Türkiye bakımından sadece önemi değil güçlüğü de açık. Neticede hanedanı ve padişahlığı lağvetmiş bir toplum çok dikkatli ama hayli zor bir şekilde geçti laikliğe.
İzleyen dönemde de laiklik konusunda süren çekişme aslında laiklikle ilgili değildir. Siyasal zihniyetle ilgilidir diyeceğim ama ondan daha önemlisi bunun bir demokrasi tartışması olmasıdır.
***
Nedeni şudur: biz,
19. yüzyılın bir kere daha yazmaya gerek görmediğim
katı, sert, hatta kaba laiklik anlayışıyla bütünleşmişizdir.
Hatta bu yaklaşımın kökleri
18. yüzyıla, Fransız Devrimi'ne (ve öncesine) kadar geri
gider. İşe
devletin dinden soyutlanması diye başlamışsak da iş sonunda
dinin devlet kontrolü altına alınmasında bitmiştir.
Evet, laiklik bizde
dini devletten uzaklaştırmak diye temellendirilmişse de iki
mesele daha önemsenmiştir.
Birincisi, din, bir
toplumsal örgütlenme biçimi olarak görüldüğünden maksat
onun kontrol altına alınması, bir
örgütlenme aracı olmaktan çıkarılmasıydı.
Şerif Mardin'in
aracı kurumlar eksikliği dediği,
dinsel kurumları devletle yurttaş arasındaki
'
yastık' olarak nitelendirdiği yaklaşımı
neden
dinsel örgütlenmeden çekinildiğini gayet iyi açıklar.
İkincisi,
Kemalizmin bambaşka bir hayali laiklikle bütünleşmişti. Kemalistler kısa ömürlü Fransız düşünürü
Jean-Marie Guyau'nun kısmen '
sivil din', kısmen '
bireysel din' diyebileceğimiz önermesini benimsemişlerdi.
Bu, dini tamamen '
vicdani' bir olgu diye görmek,
kamusal alandan, topluluk fikrinden uzak bir şekilde, dini en yüksek bir ahlaki anlayışla bütünleştirerek insanın sadece
kendi iç dünyasında idrak etmesiydi. Bu insanlar had safhada dindar, inançlarında serbest ama dini yaklaşımlarını sadece kendilerine saklayan insanlardı. Eğer bu evreye varabilirsek din zaten toplumsal plandan uzaklaştırılmış olacaktı.
***
Bu yaklaşımlar
1990'lardaki ve
2000'lerdeki tartışmalarla yerini
pozitif laikliğe bıraktı. Laiklik artık '
dinsizlik' veya '
sivil din' değil, herkesin dinini dilediği şekilde idrak ve ifa etmesi olarak anlaşılıyordu.
Bugün iyi kötü öyle bir noktadayız. Bu
sevindirici bir husus. Ama
yeterli değil. Birçok nedeni var. Her şeyden önce şu çok dile getirdiğimiz
%99'u Müslüman toplum olmak
yeni ve demokratik bir laiklik düşüncesine ne kertede ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor. Son tahlilde '
proselitizm' dediğimiz '
dine davet' meselesidir hayati önem taşıyan. Bugün laikliğe gösterilen
hassasiyetin bam teli de budur.
Yani, laiklik Anayasa'da zikredilmelidir, bu iyi olur ama bu konuya devam edersem daha da iyi olur.