Türkiye, eğer diğer Ortadoğu ülkelerinden ciddi biçimde farklıysa, bunun ana nedeni, bu ülkede, 1839'dan beri, gayet güçlü, yerleşik ve büyük bir geleneğe sahip olan devletin karşısında en az onun kadar ciddi ve saygın bir muhalefet mevcut. Namık Kemal'in başını çektiği Genç Osmanlılardan Jön Türklere, oradan bugüne bağlanan uzun ve geniş çizgi istediğimiz kadar eksiklerinden, yetersizliklerinden yakınalım, önce Osmanlıyı sonra Cumhuriyet Türkiye'sini demokratik bir siyasete taşımıştır.
Onlarca kere yazdığım gibi iktidar her rejimde vardır ama muhalefet sadece demokrasilerde mevcuttur. Ancak özgür muhalefet varsa demokratiktir o rejim. Bu ülkede iktidar 65 senedir sokakta her gün sabahtan akşama kadar eleştirilmektedir ve bu artık sadece demokrasiyle ilgili bir şey değildir. Bugün demokrasinin bu şekilde hatta misli misli fazlasıyla işletilmediği ülkede çocuk ölümlerinden kadına yönelmiş şiddete, ekonomiden eğitime kadar hiçbir kurum işlememektedir.
Demokrasi, 21. yüzyılda, bunca tecrübeden sonra artık sadece bir yönetim biçimi değildir. İnsanın var olma pratiğidir. İnsan ve toplum geliştikçe demokrasi de gelişti. Ama öyle bir noktaya geldik ki, demokrasi gelişmezse artık insanlar ve toplumlar gelişmiyor.
Ne yapalım ki, bu demokrasi aynı zamanda gerilimli bir rejim. Herkesten uyum içinde olmasını değil, zıtlıklar, çelişkiler içinde olmasını bekliyor. 'Güreşmeci' (agonistik) bir anlayışla rekabetin mevcudiyetini dayatıyor, bekliyor. O nedenle de Voltaireyen bir anlayış hâlâ demokrasinin özünü oluşturuyor. Yani, katılmadığımız görüşlere tahammül etmek, sabır göstermek...
***
Gelin şu gerçeği kabul edelim:
Türkiye uzun bir süredir, ister görüşlerine katılsın ister katılmasın,
üç akademisyenin tutuklanmasından, genel olarak artık bir
yargılama pratiğine dönüşmüş tutuklamalardan, onlardan birisinin
tecrit edilmesinden ciddi biçimde
rahatsızlık duyuyor. En nihayet bunu
Başbakan Davutoğlu dile getirdi.
Esra Mungan'ın
başörtüsü konusundaki
özgürlükçü tutumunu bildiğini vurguladı. Bununla ne demek istediğini de sağır sultan bile duydu, anladı.
Türkiye'nin kendi kendisine
hayaletler yaratmasının hiçbir anlamı yok. Bugünkü iktidarın
kendisini gitgide daha fazla
yalnız ve yalnızlaştırılan bir konumda duyduğu su
götürmez.
Haksızlıklara maruz bırakıldığı da
su kadar berrak. İktidarın, gene Türkiye'deki
çatışmacı, hatta
ayrışmacı muhakemeyle,
yaptığı hiçbir şeyin doğru bulunmamasından,
alay edilmesinden,
tahkir edilmesinden
ciddi biçimde rahatsız olduğu da bir gerçek.
Bu tavır tabii ki, yanlış.
Merkezin nimetlerini sahiplenmiş,
imtiyazlı çevreler,
taşranın mağduriyetiyle özdeşleşmiş kesimlere herhalde daha farklı yaklaşmak zorunda. Ama yıllardır bu köşede yazdığım gibi,
iktidarın da, kendi gerçeğini daha iyi görmesi,
yarattığı kuşağın, bütün
ergenlik dinamiklerinde olduğu üzere, kendisine
karşı çıkacağını, kendisiyle
çatışacağını, bunu
anlayışla, olgunlukla, olumlulukla karşılaması
da bir zorunluluk.
***
Şimdi birçok köşe yazısında üstelik
polemikler halinde devam eden bir hususa
dönüp
akademisyenlerin imzaladığı metnin doğruluğunu- yanlışlığını irdelemenin
de bir anlamı yok. Yanlışsa yanlıştır. Bu tutuklamaların doğru olduğunu belirtmez. Mesele zaten o yanlış metinlere tahammül göstermektedir.
Marx, Avrupa'nın üstünde bir
hayalet dolaşıyor diyordu. Türkiye'nin üstünde
ise
terörden ve korkudan müteşekkil
iki hayalet dolaşmamalı! Akademisyenler hayaletlere
kurban edilmemeli, Türkiye kendi kendisiyle
çatışmamalı.