11 Eylül'den hemen birkaç gün sonra o zamanlar Milliyet'i yöneten Mehmet Yılmaz, ben Radikal'de yazıyordum, New York'a gidip yaşananları yazmamı istemişti. İkiletmemiştim bile. Bir sonraki gün sabahtan bomboş uçağa binip NY'ye inmiş, daha o akşam eski öğrencim sanatçı Haluk Akakçe ile buluşup kendimizi sokaklara vurmuştuk. Barlar ağzına kadar doluydu. Sokaklar nerdeyse insan almıyordu.
Bu manzara ertesi gün İkiz Kuleler'in yerle bir olduğu alanda göreceğim manzarayla tam bir tezat teşkil etmişti. Orası bir kâbus çukuruydu. Binlerce insan hayatını kaybetmişti. Fakat Belediye Başkanı Gulliano NY'lilere teröre teslim olmamalarını, kent dışında yaşayanların dahi gelip orada para harcamalarını, bir tiyatroya, lokantaya, sinemaya gitmelerini, New Yorklulara destek olmalarını, güç vermelerini istiyordu. Yakın dostum Amerikalılar bu çağrıya harfiyen uyuyordu.
Ama iş böyle devam etmedi. Kısa bir süre sonra ABD tarihinin en büyük hatalarını art arda yapmaya başladı. Önce Afganistan'a saldırdı. Ardından düzmece raporlarla Irak'a girdi. Bir daha da çıkamadı. Sadece ABD'nin değil, Irak, bölge barışının da mezarı oldu.
Orada başlayan yanlış hamle dalga dalga yayılıp bizi bugüne getirdi.
Bu halin ortaya çıkmasında çok önemli bir neden vardı. O neden ABD'nin 11 Eylül sonrasında demokratik platformu bırakıp güvenlik politikalarına yaslanmasıydı. Bush yerine sorunlara daha demokratik (ve akılcı- bu ikisi birbirinden ayrılamaz zaten) yaklaşan bir Başkan ve yönetim olsaydı dünya hiç kuşkusuz bugün daha yaşanacak bir yer olacaktı. Bütün bunları ABD Bu 11 Eylül'ü Çok Sevdi isimli kitabımda uzun uzun anlatmıştım.
İstanbul'da patlayan bomba, akşamına yayılan boş kent görüntüsü bana NY'deki 11 Eylül'ü düşündürdü. Aynı şekilde birkaç gündür devam eden açıklamalar ve siyaseten izlenen yol ve yöntem de aynı şeyleri getirdi aklıma. Türkiye, artık su götürmez bir gerçek, kendi 11 Eylül'ünü yaşıyor. Ankara ve İstanbul patlamaları terörle iç içe kaldığımızı gösteriyor. Bu Türkiye'nin tercihi değil. Kürt'ü veya Türk'ü hiç kimse bu 'gerçeği' istemiyor.
Aksini düşünmek abesle iştigaldir.
Ama bir süredir bu köşede bu durumun planlı bir stratejinin sonucu olduğunu belirtiyorum. PKK (IŞİD'i hiç saymıyorum bile) kararlı bir şekilde şiddeti çok geniş bir alana yayıyor. Bunu siyasi yönetimin de şiddeti artırmasını, anti-demokratik uygulamalara sürüklenmesini bekleyerek, onu bu tuzağa düşürmek için yapıyor. Bush'un 11 Eylül sonrasında yarattığı ABD'nin Türkiye'de yaratılacağını varsayarak hareket ediyor.
Cuma günkü yazımda bu olguyu ele almıştım.
Bu durumda hükümete nelerin düştüğünü belirttim. Hükümet siyasetin sivil ve demokratik bir alan olduğunu unutmadan hareket etmelidir. Kaldı ki, bu tür olayların Türkiye'deki açılımlarını, köklerinin uzandığı derinlikleri tarihsel olarak biliyoruz. Güvenlik alanının genişlemesi sadece demokratik platformdan ayrılmak değildir. Demokrasi dışı güvenlik güçlerinin etkinleşmesidir ki, bahsettiğim o 'tarihsel bilincin' bize öğrettiği budur.
Ama bu sadece bir hükümet sorunu değil. Şimdi HDP'ye ve Kürt kesimine de düşen bu şartlar altında demokratik siyasete yönelmesi, şiddetle arasındaki bağı kesmesidir. Ancak o yoldan bu kesim de demokratik ve sivil siyaset alanında kalabilir. Kürtlerin ve Türklerin demokratik haklarından söz edebilir. Taktik hesapların çok ötesinde bir ertelenemez ihtiyaçtır bu. Herkes Kürtlerin demokratik hakkını savunmalıdır. Ama onlar da insanların hayat hakkını savunmak zorundadır.
Türkiye'nin bir cehenneme dönüşmesini engellemenin yolu budur.