Saçları bembeyaz, 77 yaşındaki adam, güçlü gövdesi, biraz yavaşlamış hareketleriyle, iki saattir sahnede. Veda etti. Çekildi. Seyirci ayakta. Alkışları dinmiyor.
Kıyamet koparıyor, demin Arapça, İspanyolca, Fransızca hatta Türkçe şarkılarla coşan kadınlar çılgın gibi kıyamet koparıyor.
Geri dönüyor adam. Sahnede yalnız.
Ellerini kaldırıyor. Herkesi susturuyor.
Kulaklıklarını, mikrofonlarını çıkarıyor. Kırık, genzinden gelen, ürpermiş ve ürperten bir sesle, sazsız 'tüm ülkelerin çocukları/birleştirin yaralı ellerinizi/sevgi ekin/sonra hayat verin/ tüm ülkelerin çocukları/ tüm renklerden çocuklar/ kalbinizdedir sizin/ mutluluğumuz' diyor...
Alkışlar... Susturup devam ediyor: '...silin gözlerinizin yaşını, atın silahlarınızı/ çevirin bu dünyayı bir cennete...' Salon yıkılırken, Enrico Macias, ellerini kaldırıp dudaklarına götürüyor, kalbinin üstünde birleştirip sahneyi terk ediyor.
***
Ankara'da, Suruç'ta, Paris'te bombalar patlıyor. Zalim, gaddar, kindar
terör insanları sevdiklerinden alıyor. Kararan hayatlar var.
İnsanlar yılgın. Argın. Boynu bükük insanların. '
Işıklar şehri' Paris, bir '
şenlik' olan Paris, '
Paris her zaman Paris kalacaktır' denen Paris bomboş, bezgin ve usanmış. Dünya gözyaşı ve kan içinde boğuluyor. Kimsenin iyi bir şey yaşamak isteği, hevesi, heyecanı yok!
İtiraf edeyim ki, benim de konsere gidecek takatim, keyfim, neşem yoktu. Eğer çok sevgili
Erkan (Özerman) ağabeyim, beni mahcup eden her zamanki eşsiz nezaketiyle, biletlerini onca yolu göze alıp odama getirmeseydi hele aklımda bile yoktu. Ama 1970'lerde
Yavuz'un (kardeşim) neredeyse tutkulu bir hayranı olduğu,
Endülüs müziği yaptığını söyleyen bu güçlü sanatçı, sahneye çıkıp
Paris ve Ankara kurbanları için bir dakika saygı duruşuna salonu davet ettikten sonra konserine başladığında gözümün önünden bir perde kalktı.
Türkiye'nin de çok sevdiği, bütün şarkılarına Türkçe sözler yazdığı,
Ajda Pekkan'la birlikte olduğu
Olympia konserini, düetlerini hala hatırladığımız bu sanatçı da benzeri, çileli bir hayatın içinden gelmişti. Doğduğu ülkeden doğru veya yanlış politik nedenlerle kopmuş, Fransa'da yaşamış, bir daha da o topraklara dönememişti. Daha ülkesinden ayrılırken kendisini Fransa'ya götüren vapurda bestelediği '
Elveda Yurdum' şarkısı okunduğu gece onu şöhrete taşıyacak, ilk plağı olacaktı. Yahudiydi.
Cezayirliydi. Asıl adı
Ghaston Ghrenassia idi. Ve şimdi öyle diyordu sahnede: ayrım gözetmeksizin, tüm insanları...
***
Sahne bir çarkıfelek gibi dönüyordu.
Taksimler yapılıyordu.
Yahudi-Arap, Arap-Endülüs, OD müzikleri bir şehrayin gibi ortalığı kaplamıştı. İnsanlar yerlerinde duramıyordu.
51 yıldır, sahnede teşekkür ettiği
Erkan Özerman tarafından bu ülkeye getirilmesine, gelmesine rağmen insanların doyamadığı bir şarkıcıydı o.
Ve bütün insanlar
dünyada neşe, umut, sevinç olduğunu, bütün acıların unutulacağını, önemli olanın direnmek olduğunu hatırlatıyordu.
Tıpkı
Nazım Hikmet'in '
yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir' demesi gibi. Çünkü, o da insanlar da biliyordu ki, neşe en büyük direniştir. Tıpkı gülmek gibi, tıpkı mizah gibi. O '
güneşin çocuklarını, İzabel'le İsmail'i taşıyan güney yelinin şarkısını' söylüyordu insanlara.
Evet, dünya kan ve gözyaşı içinde.
Stadyumlarda bir konuk ülkenin ulusal marşı ıslıklanıyor. Paris'te ölü sayısı
132'ye çıkıyor.
OD boydan boya yanıyor. Yarın ne olacağı belirsiz. Ama Macias, önce,
Paris'e seslenip '
kollarında iyi hissediyorum kendimi' diyor ama hemen dönüyor ve '
İstanbul' diyor '
kollarında çok iyi hissediyorum kendimi'...
O an o kadar insan, teröre, ölüme ve acıya
direnmenin en güçlü yolunun şarkılardan, şiirlerden geçtiğini, sadece
umut, neşe ve sevincin o direnişi sağlayacağını ayrımsıyor ve... salon yıkılıyor alkıştan...