Onun gibi söylemeye çalışırsam galaksiler mertebesindeki zekâsı, havai fişekler gibi patlayan soruları, bulguları, yorumları sustu. Artık hiç de kısa olmadığını gördüğüm bütün yazı ve entelektüel hayatım boyunca onu şu kısır, kuru, kunt düşünce hayatımızın en parlak, en yaratıcı, en ilginç ve özgün kişiliklerinden biri olarak gördüm. Bütün bir tarihimizin biriktirdiği, damıttığı, somut ve katı külçeler halinde önümüze çıkardığı ama bir türlü görmediğimiz her şey onun zekâsında anlam ve tanım buluyor, bir soru işareti olarak zihnimize takılıyordu. İçinde yaşadığı toplumu derinlemesine eleştiren ama bunu insan denen o muazzam ve karmaşık yaratığın bilincindeki gizli ve karanlık dehlizlere tutulan bir ışık haline getiren sosyologlarımız, sosyal psikologlarımız değildi, oydu.
Galiba üç yıl kadar önce Sabah'ın Pazar Eki'nde onunla ilgili bir yazı yazdım. Böyle ölümü ertesinde değil, yaşarken o görüşlerimi ortaya dökmek istiyordum. Tesadüf bu kadar olur, ertesi pazar günü, şimdi yerinde yeller esen bir lokantada yanımda eş dostla otururken geldi, kış günü terasta bir masaya yerleşti. Rahatsız etmemek için yanına gitmedim ama elbette uzaktan izledim. Güzel yemeğini yedi, şarabını içti, nefis purosunu yaktı. Çıkarken eşi Solmaz Kamuran Hanım işaret etti. Kalktı, sarmaş dolaş olduk. Bana iki şey söyledi. Hâlâ içimde kanıyor, bu ülkenin, dediğim gibi kırk yıldır yazı hayatında yaşayan birisi olarak.
'Sizi gördüm, arkadaşlarıma, bir daha dünyaya gelirsem Çetin Altan olmak istediğimi söyledim' dedim. 'Hayır', dedi, isteme, 'bedel ödetirler.' Evet, bir hayat boyu bedel ödedi. Başına gelenleri, işte o yazıda utançla yazmıştım. Milletvekiliyken bile dövülmüş, hapislere tıkılmış, çok zaman açlığa mahkûm edilmişti. Sonra devam etti, o gün bugündür üstünde düşündüğüm, bütün bir toplumsal, tarihsel hayatımızın özeti olan sözü kurşun gibi kafamın üstüne astı: 'bu ülkede kadınlar okumaz. O zaman seni savunacak kimse yok demektir...' Bu sözde sadece bizim toplumsal hayatımızın değil, insan muammasının bütün sırrını bulamayanlar varsın düşünsün.
Haberi geldiğinde yurt dışındaydım. Hâlâ dışarılardayım, bir koşturmanın içindeyim. Her şeyi okudum diyecek halim yok ama şunu rahatlıkla söyleyeyim. Hakkında yazı yazanların çoğu onun yazdıklarını sadece gazete yazılarından, göz ucuyla takip etti. Bu kadarı yeter onun evrenini tanımaya. Ama oyunları, romanları, zekâ şimşekleri çakan diğer kitapları orada duruyor. Hepsi bir yana, gerçekten de onun yıllar boyu sorduğu soruyu şimdi ben de gündeme getiriyorum: bunca etkin bir insan hakkında yazılmış kaç doktora tezi, kaç kitap, kaç makale var? O karşılaşmamızda, '85 yaşımda bu gözlerim yazdığın yazıyı gördü' deyince sırtımı yalayan utanç dalgası şimdi de beni hayli akideleşmiş bir hüzünle kuşatıyor.
Her zaman içinde yaşadığı toplumla çelişti Altan. Farklı olanı yakalamak, onun içindeki yeni özü, ışığı başkalarının da görmesi için çalıştı. 'Dar hendese'nin çizgisini kırmak isterken sadece düşüncesini bir fişek gibi kullanıyor, yeni olana yönelirken bunun kendisini değiştireceğinden, o değişimin çoğu zaman kendisine karşı yeni bir dalga kabartacağından ürkmüyordu. Sosyalizm veya Özal onun zihninde aynı çizgideydi: toplumu değiştirmek!
Bu değişimin bir kaldıraç noktası vardı: köylülük. Gelin itiraf edelim. Bütün bir toplum ucuz, sıradan, yapmacık bir popülizm peşinde köylülüğü, kırsal alan kültürünü ve olmayan, muhayyel bir halk dalkavukluğunu benimsemişken buna karşı çıkan, kenti, kenterliği savunan oydu. Bunu kişisel hayatını da bir örnek olarak ortaya sürerek yaptı. Görüşlerini 'Onlar Uyanırken' deyip, değişen insan topografyalarını cepheye sürerek savundu, 1960'ların proletarya hayalinden 2015'e kadar...
Size bir şey söyleyeyim mi, bırakın o demokrasi falan gibi kağşamış sözleri, Çetin Altan, Türkiye'nin tek ütopistiydi. Ölümüyle en çok ve en önce bunu kaybettik: ütopyaları! Hemen onu da belirteyim: ütopya hayal değildir, ondan çok fazlasıdır. O da 'fazla' birisiydi.