Türkiye'de kültürün tamamıyla hayatımızdan çıktığını, aşırı politikleşmenin getirdiği hem bir yozlaşma hem de apolitikleşme ortamında yaşadığımızı yazıp yakındıktan sonra, cumartesi, uzun sürmüş akşam üstünün o altın ışığı içinde bambaşka bir lezzet, haşyet ve huşunet kazanan Hırka-i Saadet dairesini ziyaretin ardından Kültür Bakanlığı'nın sunduğu Şehir ve İnsan projesini nasıl görmezden geleyim?
Bu projeyle yetişen yeni kuşakların geleneksel birikimi tanıması, onunla bugünün değerlerini harmanlaması, yeni sentezler oluşturması bekleniyor. Bu maksatla da muhafazakâr çevrelerde çok etkili olmuş beş kişinin yaşamı, düşünceleri öne çıkarılıyor.
***
Böyle bir arayışın
bizatihi kendisi önemli. Hatta çok önemli. Bir
kültür coğrafyası dağılırken, bir
kültür birikimi yağmalanırken,
tarih katmanları paramparça edilirken ve her manadaki
üslup yok olurken,
şehir-insan ilişkisini hatırlatan birtakım işaretler koymak başlı başına bir değer taşıyor. O nedenle bu projeyi elbette önemsiyorum.
Ama bu
niyetlerin, ondan da ötesi
ihtiyaçların, böyle bir yöntemle, yani bazı hayatları örnek gösterirsek bir
zihniyet oluşturabiliriz düşüncesiyle bazı sorunlarım var.
Muhafazakâr bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Değerlerin devamını istemek ve
hiyerarşisini önemsemek bizatihi muhafazakârlığın bir kriteridir. Hiç katkısı olmaz demek gereksiz. Bu anlayış belirttiğim yıkıma
karınca kaderince bir set oluştursa bile bir şeydir. Ben bahsettiğim tutumun
fazla romantik olmasından söz ediyorum. Bir o derecede de
içe dönük. Çünkü bugün kent çok karmaşık bir alan ve realite. Onu geçmişteki bazı '
insan örneklerinden' hareketle yeniden tarif ve inşa etmek ise belki
doğru ama
çok sınırlı bir yaklaşımdır.
Nitekim Bakan
Ömer Çelik bu olguya iki planda değindi. Birincisi bugünkü
sosyal teorinin en önemli meselelerinden '
mekânsızlaşma' kavramını vurguladı. İkinci olarak da
kentsiyaset- devlet ilişkisi içinde şehirlerin
(ulus) devletleri aştığını belirtti. Bugün
İstanbul, Tokyo, New York ait oldukları ülkelerden hem çok daha ileride, çok daha 'fazla'!
Başbakan Davutoğlu da konuştu. O
benlik- zihniyet- şehir ilişkisini ele aldı. Belli bir kültürel gerçeğin yani muhafazakâr bilincin, şehrin
tarihsel birikiminde nasıl mayalandığını irdeledi.
İstanbul'u, değerlendirmesinde, bambaşka bir noktaya yerleştiriyordu ve
insanın şehri yapan bir varlık olmasından çok
şehrin insanı nasıl şekillendirdiğini vurguluyordu.
***
Bunların hepsini çok önemsiyorum. Nasıl önemsemem? Bütün
nirengi noktalarını, üslubunu, nezaketini, nezahetini, hassasiyetini fizik olarak da,
insan coğrafyası olarak yitirmiş, yitiren bir şehirde yaşıyoruz. Bu sadece gündelik hayatın sokağa döktüğü bir manzara değil. En eğitimli, en gelişmiş çevrelerde de benzeri tutumların karşısında taaccüp ediyoruz. Orada mevcut olan herkes beni bağışlasın ama o akşam Hırka-i Saadet'e girerken yaşadıklarımız bana bunları düşündürttü.
Osmanlı,
Hırka-i Saadet'e 500 yıl bir merasimle,
mağruriyetle ama
tevazuyla girdi. Bize de o akşam bu merasimin ne olduğunu anlatan metinler dağıtıldı. Osmanlının onca süre kendi
teşrifatı ve öyle bir mekânın zaruri hale getirdiği
tazimatı içinde girdiği yere biz bir avuç insan birbirimizi ezerek, çiğneyerek, bağırıp çağırarak, korumalardan kendimizi sakınarak, kavga dövüş içinde, bir 'cemmi gafir' halinde girdik. Maksadımız en önce geçmekti, bir an önce içeri girmekti. Bence yapamadık ve bu herhalde üzücü bir şeydi. Hele revakların gölgesi altında neylerden dökülen o nağmelerden sonra, o huzurda...
İşte o proje sunumu ben,
Zülüflü Baltacılar koğuşunda, gözlerimi güzel tavana dikmiş,
nasıl böyle olduk biz diye aklımdan geçirirken, başladı... Nasıl önemsemeyeyim?...