Süleyman Demirel'i ilk defa 1965'te, Kars'ta gördüm. Önümden geçen, fötr şapkasını ve gözlüğünü elinde tutan kişiyi, her perşembe (Hayat 'mecmuası'yla birlikte) evimize gelen Akbaba dergisindeki karikatürlerinden tanıyordum. Yaşlı, kafasının arkası dümdüz çizilen İnönü'nün elini 'demirden' bir el sıkardı o karikatürlerde. Bir akşam da, babam, gece 11 'ajansını' dinlerken onun Başbakan Yardımcısı olduğunu öğrenmiştim, Suat Hayri Ürgüplü kabinesinde.
Demirel'le 'inişli çıkışlı' bir siyasal ilişkim oldu. Biz CHP'li bir aileydik. Fakat dikkat etmiştim, 72'de Ecevit, devirip İnönü'yü partiye Genel Başkan olunca annem de babam da huzursuzlanmışlardı. 'Yeni' CHP onların bildiği CHP'den daha sola kayıyordu. Babam oyunu verdi mi vermedi mi bilmiyorum ama gönlünü zannediyorum Feyzioğlu ve Güven Partisi'ne vermişti. 'Merkez'de, Atatürkçü, ama hiç tartışmaksızın Atatürkçü bir CHP özlüyorlardı, Ortanın Solu da idare ederdi ama İnönü kontrolünde olursa. Ecevit onlar için fazla sol geliyordu.
Fakat o arada ilginç bir şey olmuştu. Demirel 12 Mart'ta askerin muhtırasıyla devrilmişti. Sol, beklediği darbe olmayınca bu darbeyi 'faşist' diye nitelendirdi. Doğrudur, öyleydi. Demirel ise, darbeyi ABD'nin yaptığını söyledi. Bu görüşü benimsemiştim. Demirel'i darbeye karşı savundum, küçük bilincimde. Ama soldaydım ve Ecevitçiydim. Gelin görün ki, sonunda Demirel darbe mantığına sahip çıktı, Ecevit karşısına geçti. Ne yapacaksınız?...
Derken 70'ler ilerledi. 1975 sonrasında bana kalırsa gitgide şiddetlenen sol-sağ çatışmasının müsebbibi Demirel'di. 'Komünizm geliyor' diye, ona baraj teşkil etmek maksadıyla Milliyetçi Cephe'yi kurmuştu. MHP'ye sınırsız destek ve imkân vermişti. O da örgütlendi ve 1975-80 arasını kana boyayan sokak çatışmalarını yönetti. Kim ne derse desin, o Maraş, Çorum katliamları bu doğrultuda gerçekleşti.
Fakat olaylar o kertede gemi azıya almıştı ki, eski CHP'liler koyu biçimde Demirelci olmuştu. Bunda Ecevit'in 77'de kurduğu hükümeti idare edememesinin rolü büyüktür. Petrolün pahalılaşması falan derken o, İstanbul sermayesi, gene 'sol' korkusuyla ona karşı kilitlenmişti. Demirel ise, işte Vehbi Koç'un hatıraları açıkça yazıyor, o sırada İstanbul sermayesiyle görüşüyordu. İş başına gelecek, yokluklar, '100 günde bitecek'ti.
Öyle oldu. Ecevit, solun bile soldan sıtkının sıyrılmasına yol açmıştı. Demirel, 24 Ocak kararlarını iş çevrelerinin o tarihte en güvenilir ismi, eski dostu Özal'la birlikte aldı. Batı sermayesi, sol tehlikenin savuşturulması maksadıyla kredi musluklarını açtı, Türkiye ekonomik düzlüğe çıktı. Ama siyasal huzursuzluk sürüyordu.
Bu defa bir gece yarısı uyandırıldım ve Demirel'in 12 Eylül darbesiyle gene devrildiğini öğrendim. Gerçi kendi oyunuyla yenik düşmüştü ama o dakikada bile savundum Demirel'i. Kaldı ki, bütün o sol tarih içinde de, onun sanayileşme tutkusunu, sanayileşme üstünden getirmek istediği bağımsızlık özlemini, adını koyarak söyleyeyim, 'Türkiye ihtirasını' daima savundum. Mesela bütün ODTÜ çevresi arkadaşlarım onu bir kaşık suda boğmak isterken, ben söylediklerinin ve ufkunun doğruluğunu öne sürüyordum.
Tarih ilerledi. Bu defa 1991'de son kere Başbakan oldu. Garip kader, 1989'da da yasakların kalkması için onun safında çalışmaya itti beni. Derken, o 1991 kabinesinde ben de bir bürokrattım. Onun toplantılarda gerçekten bir fırtına gibi estiğini, Türkiye'yi kafasında taşıdığını, hiçbir konunun hiçbir uzmanının 'o' meseleye onun kadar hâkim olmadığını gördüm.
Soğuk Savaş yıllarının siyasetçisiydi. Cumhuriyeti dönüştürmek, mesela 'köylüyü devletle barıştırmak' maksadıyla siyasete girmişti. Kısmen öyle davrandı. Ama Cumhuriyetin devletçi reflekslerinden kendini kurtarmadı. En son 28 Şubat'ta çok farklı bir yerde durdu ki, o da, gene onun, devlet-bürokrasi çizgisindeki siyaset bilincinin uzantısı ve sonucuydu.
Ama öyle ama böyle Türkiye'yi 65'ten 2000'e kadar yönetti. (Galiba şimdi CHP'yi yönetiyor.) Kişi başı gelirin 500 dolar olduğu Türkiye'de başladı. 2000'de bıraktığında Türkiye neredeyse oraya gelmesindeki en büyük pay onundu.
Kendisine uzun ömürler, sağlıklar dilerim.