Türkiye'de Cumhuriyetin yaşadığı kriz, 19. yüzyıl devrimlerinin yaşadığı krizdir. Bunu üç noktada irdelemek gerek: Pozitivizm, Romantisizm ve bunların bileşkesi olan Modernizm.
Daha eski bir tarihte biçimlenmiş Fransız Devrimi'nden elbette etkilendi Türkiye Cumhuriyeti. Fakat ondan daha fazla 19. yüzyılın Pozitivist geleneğine bağlandı. Öylece de Rus Devrimi'yle benzer bir kaderi paylaştı.
Yani, bilenler, bilmeyenlere öncülük etmeyi şiar edindi. Devlet, onların eline geçer, onların elinde kalırsa ve onların "öngörüsü" doğrultusunda dönüştürülürse, toplum da dönüşecekti.
Çelişki şuydu ki, "tarihin bilinci" veya "tarihin özü" olan, kendisini öyle gören ve sayan "öncü kişi ve kesimler" attıkları adımı yüceltilmiş bir halk adına atıyordu. Halk adına ama halksız bir değişim psikolojisi de gene bir yanıyla o 19. yüzyıl Pozitivizmine gidip bağlanmıştı. O değerlendirmeye göre halk yanlış yönlendirilmişti. Halka benimsetilen değerler yanlıştı. Halkın sahip olduğu değerler bütünü ise gelenekti. Baş düşman oydu, gelenekti.
Bu anlayış 19. yüzyıl Romantisizminin, "özcü" bir halk kavramının sonucuydu.
Heyecanlanmayalım. Sadece bizde değil, 19. yüzyılda bütün Balkanlar'da ve bütün Avrupa'da, derken Rusya'da "halk güzellemeleri" yapılıyordu. "Öz" bir halk arandı.
Onun "katışıksız" dili, katışıksız kimliği, kökeni tartışıldı. İşin fena yanı, "bulundu" da. Fena yanı diyorum, çünkü bizim Güneş Dil Teorisi'yle, "brakisefal- dolikosefal" kafatası ayrımlarıyla "vardığımız" sonuca benzer sonuçlar, benzer uygulamalar diğer ülkelerde de, "icat edilen", kurmaca, yapıntı yaklaşımlardı.
Bunların bazıları daha geç kalan uygulamalar olarak 1930'ların ırkçılıklarına açıldı. Fakat asıl 19. yüzyılda da milliyetçilikleri doğurdu. Bütün o Balkan Felaketi, Arap Milliyetçiliği sonrasında, çok geç kalmış bir milliyetçilik olarak doğdu Cumhuriyet. Üçüncüsü Modernizmdir. Şu anlattığım iki bileşenin toplamıdır. Bir yandan hızlı bir kalkınmadır modernizm. Bir yandan da geçmişin, geleneğin, mirasın reddidir. Gene unutmayalım, bizim 1920'lerde, 30'larda yerleştirdiğimiz, "iman ettiğimiz" o kalkınmacılık, o teknoloji tutkusu, mesela İtalya'da ortaya çıkan Fütürist Manifesto'nun en temel ilkesidir. 1920'leri 30'lara bağlayan köprü Avrupa'da da, Rusya'da da bu temel üstüne oturur. Stalin'in bir köylü toplumu alıp bir sanayi ülkesi bıraktığını herhalde unuttuk.
Bir de o dönemin Rus toplumsal propaganda posterlerine bakın. Cumhuriyetin modernizm tutkusu pek mahcup kalır.
Bu çerçeve bir ideoloji ördü. Bizim dramımızı Cumhuriyetin temelleri hazırlamadı.
Sorun, cumhuriyet ideolojisinin bir bürokratik ideolojiye dönüşmesiydi. Aynı şey, bizden başka, bir tek Rusya'da cereyan etti. Nedeni basittir ve aynıdır: biz de Ruslar da köylü toplumuyduk. Burjuvazisi olmayan (Rusya'da büsbütün bilinçli olarak yok edilen) iki toplum da, kendisine ait sivil siyasal dinamikleri ortaya çıkaramayınca iş toplumu "güden" asker- bürokrat yapıya kaldı.
Evet, dram budur. Asker, müdahaleleriyle, Türkiye'de, 1930'ların ideolojisini bir yüzyıl boyunca "rehabilite" etmeye çalıştı.
Buna, orduyu büsbütün sistemin dayanağı haline getiren Soğuk Savaş şanssızlığını ekleyebiliriz. Buna, sol hareketlerin 1960-
80 arasındaki yükselişinden korkan, çok daha erken bir tarihte daha sivil bir siyaset üretebilecekken bu imkânını harcayan, Türk burjuvazisinin askerle ittifakını ekleyebiliriz.
İşin gelip dayandığı yer ise, büsbütün hazindir. Daha düne kadar askerin canlı ve diri tuttuğu çok eski bir ideolojinin, küreselleşme ve onu hazırlayan birçok nedene bağlı olarak solup gitmesinden hüzne kapılan bir toplum kesiminin Cumhuriyet diye 1930'lar hayaliyle yaşaması, o nostaljiyi gerçek kabul etmesi, geri kalan her şeye öfke duyması.
Bana kızmayı bırakıp, lütfen bunları düşünür müsünüz?