Yürüyorum. Güzel bir sonbahar günü. İnsanlar bu barok şehrin taştan yapıları altında, dar sokaklarda dalgalar halinde savruluyorlar. Eski meydana çıkıyorum.
Ansızın onu görüyorum. Orada duruyor.
Nâzım Hikmet. "Şair memleketten uzak,/ Hasretten delik deşik" diyor. Devam ediyor: "Eski kentte duruyordu. / Meydanlıkta yapayalnız /Gotik duvar üstünde / Hanuş Usta'nın saati / On ikiyi vuruyordu." Saat hâlâ durmadan, dinlenmeden on ikiyi vuruyor.
Nâzım Usta yalnız ve hasretten delik deşik!
Sonra yürüyorum.
Büyük bir su akıyor.
Düşünemeyeceğim kadar büyükmüş Vltava nehri. İki yanı bakımlı. Suyun kendisine de gem vurmaya çalışmışlar. Zaman zaman o da kabarıyor. Uysal, sakin ve ağır başlılığından sıyrılıp taşıyor, yeri göğü birbirine katıyor. Bir köprüyü geçiyorum. Şarl köprüsü bu. Heykeller var. Ağaçlar henüz sarı, bakır, kırmızı ve turuncu yaprakları içindeler.
Henüz kar yağmıyor. Bakıyorum, orada.
Nâzım Hikmet. Memleketten uzak. Hasretten delik deşik: "Bir yandan da kar yağıyor / Sulu sepken /Kurşuni /Pırağ'da ağır ağır aydınlanıyor barok / Huzursuz, uzak/ Ve yaldızlarında kararmış keder./ Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor./ Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller" diyor.
Çarpılıyorum: "ölü bir yıldızdan uçup gelen kuşlara" benzeyen heykeller!
Önlerinden geçip öteki yakaya varıyorum. O kahveyi buluyorum. Oturuyorum. Güzel işlemeli Barok tavanı. Köşedeki masada oturuyor Kafka. Herkesin kendisini tanıdığından, sandığından çok farklı birisi. Evet, çirkin olduğunu düşünüyor. Kadınların kendisini beğenmeyeceğini sanıyor. Ama karamsar değil. Neşeli.
Gülüyor. Şakalar yapıyor. Genelevlerin birinden çıkıp diğerine giriyor. Neredeyse sayısız nişanlısı var. Oysa müzesinde karanlıkların, kasvetlerin, acıların içinden tanımlanan bir Kafka yaşıyor. Yaşamıyor da boğuluyor orada Kafka. Oysa şurada oturuyor işte. Nâzım Usta ona, "zanaatların en kanlısı şairlik/ sırların sırrını öğrenmek için/ yüreğini yiyeceksin, yedireceksin" diyor.
Yürümek mümkün buradan öteye. Az ötede biliyorum Dr. Faust'un evi var. Gitsem orada bulacağım onu, Nâzım Hikmet'i. Vakit bir gece yarısı. Orada O da. Çalıyor kapısını.
Yok Dr. Faust evde. Tıpkı Şeytan'ın gene bir gece yarısı, tavandan onu çekip alması gibi, bu gece de kayıp, bir yerlerde.
Şair orada. Hasretten delik deşik. Çalıyor kapısını Dr. Faust'un. Bulamıyor. Oysa diyor ki, "Ben de bu evde/ senet vereceğim şeytana.../ Ben de kanımla imzalarım senedi./ Ne altın istiyorum ondan,/ Ne bilim, ne de gençlik.../ Hasretlik/ canıma yetti./ Pes!/ Beni İstanbul'a götürsün 1 saatlik./ Kapıyı çalıyorum,/ Kapı açılmaz, açılmaz.../ Neden?" Sonra soruyor, "İstediğim iş olmaz mı Mefistofeles?/ Yoksa bu lime lime ruhum satın almaya değmez mi?"
Yürüyorum. Başka bir kahve. Slavya kahvesi. Işıklar yanıyor. Pırıl pırıl. Duvarda Nâzım Hikmet'in hiç de en yakışıklı olmayan fotoğrafı duruyor. Ama şair orada.
Hasretten delik deşik. Gene de ince bıyıklarının altından çapkınca gülümsüyor. Dostu Tavfer'la konuşuyor. Dışarıda bahar var.
Dışarı bakıyor ve "Prag şehri yaldızlı bir dumandır" diyor. "Vltava suyunun köpüklerine/ martı kuşlarıyla gelir İstanbul" diyor. Slavya kahvesinde konuşuyor Nâzım Usta dostu Tavfer'le.
Yürüyor şair. Gece bitiyor. İşte uzakta Şarl köprüsü. İşte uzakta kuleler. İşte uzakta Barok. Gün ağarıyor. Şair memleketten uzak.
Şair hasretten delik deşik. Bakıyor, "Pırağ'da bir yandan ağarıyor ortalık" diyor, "Bir yandan da kar yağıyor/ Sulu sepken / Kurşuni/ Pırağ'da ağır ağır aydınlanıyor barok" diyor. Sonra elimden tutuyor.
Kulağıma fısıldıyor. Ayrılıyorsun diyor.
Unutma diyor, "bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı Pırag" diyor.
Prag'a kar yağmıyor. Ama Barok yavaş yavaş aydınlanıyor her sabah. Ve gölün dibinde gümüş kakma bir sandık Prag...