Sözün bittiği yerde daima onmaz bir acı vardır. Şu satırların yazıldığı sırada duyurulan 300'e yakın insanın ölümü hayallerimizin dahi alamayacağı bir durumdur.
Onu ancak görselleştirerek gerçekleyebiliriz zihnimizde. Mesela yan yana dizilmiş 300 tabut! Yeryüzünde bir çırpıda böyle bir şey gerçekleşti mi, bilmiyorum.
Söyleyecek söz bulamıyorum.
19. yüzyılda yaşanan ve mesela bir çağı damgalamış Emile Zola'nın Germinal romanında anlatılan maden kazasının yeryüzü tarihindeki en dramatik örneklerinden birini yaşıyoruz. Kabul edilmesine olanak olmayan bir durum bu. Olanaksız çünkü yavaş yavaş su yüzüne çıkan gerçekler bu konuda uyarıların da önce yapıldığını gösteriyor. Doğrudan bu madenle ilgilidir veya değildir o uyarılar, bilemem. Ama bir gerçek var: İstanbul'da, kulağımızın dibinde tersanelerde insanlar ölüyor. Birbiri ardınca ve gitgide kabaran sayılarda.
Vahşi, acımasız kapitalizmin yıkıcı göstergesidir iş kazası. Fakat ilginç bir çelişkiyle: o kaza yaşanır, bir im, işaret olarak ortaya çıkar, herkes ağlar ama geride bir iz bırakmaz. Vahşi ve acımasız kapitalizmin ölüm çarkı dönmeye devam eder. Oysa, düşününüz, Cumhuriyet'in daha Cumhuriyet olmadan, 1921'de çıkardığı Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun, işte bir maden kanunudur. Neredeyse yüz yıl sonra hâlâ bir maden kazasında 300'e yakın insan ölüyor. Belki artacak da bu sayı. Ortada ağır bir çelişki yok mu?
Türkiye'de kapitalizm, hangi kanat söz konusu olursa olsun, insan denen varlığın değerini bilmedi. İş güvenliğini bu nedenle yeterince önemsemedi. Amerika gibi ülkelerde, yani kapitalizmin kalesinde güvenliğe verilen önemle küçük sermaye radikalizmi içinde neredeyse sıfır güvenlikle iş yapılmasını teşvik eden ülkeler arasındaki fark söylemek istediğimi anlatır.
Çünkü en büyük sermaye insandır. Ne işi var, peki bırakalım 15'i, 19 yaşında çocuğun madende diyeceğim ama 15 yaşında çocukların altlarında motosikletlerle trafiği alt üst ederek, haydi onu geçtim, canlarını tehlikeye atarak bir yerden bir yere yiyecek yetiştirmeye çalıştığını görmüyor muyuz? Ve her gün bir caddede o çocuklardan birini serilmiş yerde yatarken bulmuyor muyuz? Bu ölümleri konuştuğumuz taksi şoförünün söylediğini de unutmuyorum: "insanlar o ölüm işini kapabilmek için de birbirini öldürüyor!"
Türkiye her alanda uzun bir yolu kısa bir sürede kat etti. Ama Türkiye'de devlet daima sermayenin yanında oldu. Anlaşılır nedenleri vardı bu yaklaşımın. Kaynak yaratmak gerekiyordu, kalkınma için. Bu nedenle de üretim- yatırım çelişkisi içinde daima üretimi seçti. Onu sağlayabilmek, insanını giydirmek ve doyurmak için insan unsurunu geriye itti. Onun bir üretim aracı haline getirdi. Kuşakların bu yönde erimesine ses çıkarmadı. Mesela eğitim alanına yatırımı bu nedenle sürekli olarak erteledi. İktidar bilinci, bir an önce sonuç alacağı üretimle ilgilenince kuşaklara yayılacak yatırıma kimse yüz vermedi.
Kabul edelim, çok şey değişti Türkiye'de ama bu yaklaşım, şöyle veya böyle, hâkimiyetini koruyor. Yeni sermaye birikimi belki bundan sonra bazı şeyleri değiştirecek. Gene de çalışma yaşamı, iş güvenliği karmaşık bir problem olarak ortada duruyor. Bu arada tüm bu konuların gerçekçi bir şekilde savunucusu olan sol partilerin mevcut olmaması sorunların demagojik tartışmalara dönüşmesine yol açıyor. Yeni Türkiye yeni bir bilinç bekliyor: insanı, onuru içinden gören bir bilinç!