Masada yan yanayız. Dışişleri yetkilisi açıklamalar yapıyor. Bir yaz günündeyiz. Mehmet Ali Bey'e dönüyorum. Renkli saatlerini yeni yeni ortaya çıkarmaya başlamış. "İnsanlar" diyorum, "yaşlandıkça renkli şeyleri sever..." "Eh, yaşlandım" diyor, "bir de bıktım kardeşim sadece siyah, lacivert, kurşuni..." "Yanlış anladınız, sözümü tamamlayamadım" diyorum, "ben, yaşlılar sever renklileri, siz hâlâ gençlere taş çıkartıyorsunuz." Kolumu sıkıyor, gülüyor.
***
Geçen yıl kasım sonu.
Bir lokantaya giriyoruz. A, yandaki masada
Mehmet Ali Birand, Can Dündar, eşleri, başkaları. Yerlerinden kalkıyorlar.
Sarılıyoruz. Can'ın yazdığı kitabı kutluyorlar.
Ben de o sırada bir yazı yazmışım bu köşede ve
Birand'la
Ali Kırca'yı "suçlamışım."
Diyorum ki,
Birand'ın elinde dünyanın,
Kırca'nın elinde Türkiye'nin son 30 yılı var,
32. Gün ve
Siyaset Meydanı programlarıyla.
Bu tür programların cd'leri, yayınları, elektronik arşivleri olur. Öğrencilere ders anlatırken kullanabileceğimiz malzeme var orada. O sıralar
Ali Kırca, beni, karşılaşmışız, Cumhurbaşkanına "şikâyet etmiş", bu talebimden ötürü. Fakat onlar da beni desteklemişler. Birand da o gece, yemekte teşekkür ediyor. Güle oynaya masalarımıza dönüyoruz.
***
Birand'ın önemi gerçekten burada.
1980'li yıllarda Türkiye hâlâ ve hâlâ bir çöldü. Faşizmin ağır darbesini yemiş, dünyadan kopuk, içine kapalı, açın o yıllarda çekilmiş filmlere bakın, göreceğiniz, yoksul, ezik insanlar ülkesindeydik.
O sırada
32. Gün tek vahaydı. "Kimselere randevu vermeyin" diyordu.
Veremezdik. Onu dört gözle bekliyorduk.
Dünyanın yıkılıp yeniden kurulduğu bir dönemde dışa açılan tek pencere oydu.
Gorbachov'lar, Yeltsin'ler, Mitterrand'lar, Arafat'lar, Saddam'lar, Özal'lar, Demirel'ler onun sayesinde evimize giriyordu. (Bunlarla olan anekdotları falan da yazmadı Birand. Ne kayıp, ne kayıp...
Gerçekten erken bir ölüm. Daha yapacak ne kadar çok işi varmış...)
Birand bize televizyon haberciliğini, hatta televizyonculuğu öğretiyordu.
Televizyonun bir '
şov' olduğunu öğretiyordu.
Fakat her şey o kadar değildi.
Türkiye'de
askerle, orduyla ilgili ilk kitaplardan birini yazmıştı. Sonra da gerçekten dokunulmazlığı olan konuların üstüne gidiyordu. Büyük hırsı, büyük enerjisi, büyük iradesi vardı. Başarının küçümsendiği, başaranın yedi köyden kovulduğu bir ülkede, hele o dönemlerde bunlar olacak şey değildi. Olmadı da.
Başarısıyla değil
başıyla "ilgilendiler."
Andıçlar, işten atmalar, iftiralar çıktı karşısına.
Eh, bize de bu yakışır!
***
Yemekten bir ay sonra
İstanbul Modern'in gala gecesindeyiz. Nasıl olduysa yanımıza geldi. Ben kitabı o arada okumuşum. Görünce hemen konuşmaya başlıyoruz. Asker, ordu vs. Herkes smokinli. O allı, dallı, güllü, bir kravat takmış. "Ne bu böyle" diyorum. "Yahu biz senin çoraplarına karışıyor muyuz" diyor. Gülüşüyoruz. Aslanlar gibi. Geçen hafta Londra'dayım. Nasıl bir programım ve işim var, anlatmak olanaksız.
Ansızın bir vitrinde bir kravat görüyorum.
Müthiş "pop" bir şey. "Bu Mehmet Ali Bey'in" deyip alıyorum. Otel odasına dönüyorum. Önce hastane ardından ölüm haberi geliyor.
Tarancı "
Bütün bahçeler kilitli/ Anahtar Tanrıda kaldı" diyordu.
Kravat bende kaldı!