Türk resminin özel, görsel sanatlarımızın genel olarak zihniyet tarihi ilginçtir. Yüz elli sene önce karar verdik ve uzun bir fasıladan sonra Batı tarzında görsellik üretmek istedik. Bu maksatla, yurtdışına, yani Fransa'ya resim öğrencisi gönderdik. Gittiler, gördüklerini gelip burada taklit ettiler.
***
Kuşkusuz iyi niyetliydiler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar,
Batı dışı ama Batılı olmaya çalışan yani
Batı modernleşmesini kendi kültüründe yeşertmeye uğraşan diğer toplumlar gibi ortaya koydukları her şey eksik kaldı. Bu eksiklik bir
gecikmeye tekabül ediyordu. Batıya giden kuşaklar, her defasında, oradan, güncel, çağdaş veya öncü sanatı değil, bir önceki dönemde yapılmış ve o sırada aşılmış olan akımı benimseyip getirdi.
Bu iş
1970 kuşağı dahil hep böyle devam etti.
1980'lerin ortasında
yenilikçiyim diyenler de hâlâ
figüratif resim yapıyordu. Belki doğal, belki kaçınılmazdı ama hazin bir yanı vardı. Asırlarca figürden kopmuş bir zihnin bir çırpıda onu aşmasını beklemek belki insafsızlıktı ama yenilikçi olanın günahı neydi? O kadar ki, çok ileri giden bir şey söyleyeyim, hayli iddialı, bizim
soyut sanatımız, "
non-figüratif" çalışmalarımız bile
figürcü bir izlenim sunar, alttan alta Bir tek, 1980'lerde, hatta öncesinde
kadın sanatçıların yaptığı, kavrama dayalı sanat üstünde özellikle durmak gerekirdi, o da yapılmadı.
***
Burhan Doğançay'ın önemi buradaydı. Tamam, Batı resminde de "
duvar" konusu bir maceradır.
Mimmo Rotella da,
Villegle de 20., hatta 19. yüzyılın bu büyük icadı olan "
duvar dilini" keşfettiler. Onu boydan boya işlediler. Bir duvar, üstüne yapıştırılan afişler, posterler, şimdi bilbordlar, yazılan yazılarla yaşayan bir yüzeydir. Bir dünyadır.
Burhan Doğançay, üstelik de formel resim eğitiminden gelmeyen birisi olarak (muhtemelen de o nedenle), babasının figüratif resmine de sırtını dönerek, Türk resminin o büyük ve muhteşem bataklığına yüz vermedi. 1970'lerde yaptığı resim, o dönemde yapılan o "
insan resimlerine" bakınca Türk sanatının en öncü çizgilerinden birini çekiyordu. Özgün ve öncüydü. Biraz da ABD'de olmasının avantajını kullanıyordu.
İkili bir dünya kurmuştu. Duvarın resmini yapıyordu. Tuvalde bir duvar meydana getiriyordu. Bu, iki boyutlu tuvalin, bambaşka anlam katmanları kazanarak derinleşmesiydi. Böylece Doğançay,
Pop sanattan Rönesans resmine kadar uzanan dizi dizi sorunları göğüslüyor, onlara yeni cevaplar veriyordu. Belki bir tek
Ömer Uluç onunla birlikte düşünülebilir. Sonradan buna üçüncü bir boyut ekledi. Basbayağı duvarlar "kurmaya" başladı. O zaman da muhtemelen iyi bildiği Amerikan resmine, bütün o
Oldenberg'lere,
Rauschenberg'lere açıldı.
***
Onun resmini bir 20. yüzyıl serüveni olarak okudum. Duvar, çok dilli, derin bir konuydu. Sanatın, kültürün, siyasetin, insanın tiyatro sahnesiydi duvar. Doğançay o büyük topografyayı bir büyük göz olarak sürekli izledi. Binlerce fotoğraf çekip biriktirmesinin bir anlamı vardı. Ama sonunda tuvale bir sanatçı olarak kendi dünyasını kurdu ve işledi. Evrensel düzeyde bulduğu yanıt gene hayatta tesadüfün olmadığını, bulunmadığını gösteriyordu.
Türk resminin, görsel zihin dünyasının hâlâ öğreneceği çok şey var Doğançay'dan!