Bugün 23 Nisan. Çocukluk şarkısında olduğu gibi "neşe doluyor insan" denebilir mi bilmiyorum. Ama "ulusal egemenlik" kavramının üstünde durmak istiyorum.
Ben kavramın Türkiye macerasında üç durağın olduğunu düşünürüm.
***
Birincisi
Tanzimat'la birlikte ortaya çıkan,
Genç Osmanlıların getirdiği
doğal hak/ hukuk ile
pozitif hukuk arasındaki ayrımdır. İşin ilginç yanı buradaki
Namık Kemal figürüdür. Namık Kemal ulusal egemenlik kavramını en gevşek biçimde algılıyordu. Ama düğüm noktası onun için sistemin devamıydı.
İslam, Batı'nın sahip olduklarına sahipti. İş onu idrak etmek ve iyi kullanmaktaydı. Padişaha da "
meşveret et" derken aynı görüşten hareket ediyordu: Kuran emrediyor, Peygamber de öyle yapmıştı.
Bu anlayış içinde dönüşüm yoktu, Batılılaşma yoktu, demokratikleşme yoktu. O kadar ki, benzeri bir çizgiyi
Cevdet Paşa da savunacak, hazırladığı
Mecelle'nin dayandığı
İslam hukuku zeminini
medeni hukuk bakımından yeterli bulacaktı. Dolayısıyla buradaki ulusal egemenlik ulusun ayrışması, kendisine ait bit özgürlük alanı ve özyönetim anlamına gelmiyordu.
***
İkinci düğüm noktası
Cumhuriyettir.
Jön Türkler biraz da abartarak söyleyeyim ulusal egemenlik tezinin o kadar ayırdında değillerdi. Olmadıkları gibi fazla önemsemiyorlardı.
Onlar
haklar temelinde bir
halk egemenliğinden ziyade
materyalizmin verdiği olanakları kullanan bir
despot aydın iktidarını militer bir destek içinde arıyorlardı da, ondan.
Cumhuriyet, bütün kısıtlılığına rağmen ulusal egemenliği gündeme getirmiştir. Niyeti vardı veya yoktu ama bugünkü demokrasiye geçiş ancak o izlekte olabilirdi. Ayrıca da, demokrasi ancak Cumhuriyetçilerin dar kalıplar içinde tanımladığı
laiklikle değil ama o kapıdan geçip giren geniş manalı
pozitif bir laiklikle bütünleşirse yerleşebilir bir ülkede.
Haydi biraz da fazla entelektüel ve "
pedantik" bir şey söyleyeyim; Cumhuriyetçilerin ve sonrasının problemi
Kantçı ve birey temeline değil,
Rousseaucu bir cemaatçilik zeminine oturan bir egemenlik kavramını benimsemesidir. (
Roussseau'nun Türkiye'deki macerasını
Taha Akyol, Atatürk'ün İhtilal Hukuku isimli yapıtında çok önemli bir tarihçe içinde anlatmaktadır.)
***
Üçüncü halkayı bence
DP hareketi başlatır. (Buna
DP ideolojisi diyemem. Çünkü DP'nin yönetici elitleri CHP'liydi. Bugün de CHP'ye kaymışlardır.) Fakat ona son şeklini
Anap-AK Parti hattı verir. Arada, başlangıç döneminin (
1965-71)
AP'si de söz konusudur. Yani sağ hareketin
CHP halkçılığından farklı bir halkçılıkla inşa ettiği veya yeniden tanımlayıp biçimlendirdiği ulusal egemenlik anlayışı... Bu,
tarihsel bloğa karşı çıkan, sistemik
Batı tarzı demokrasiyi yerleştirmeye çalışan, bilhassa
despot aydın tipine karşı,
halkı geleneğiyle kavrayan bir anlayıştır.
Gene o entelektüel fiyakasıyla bir makalemde ele aldığım şekilde söylersem bu ulusal egemenliğin bizi
Rousseau /Fransa çizgisinden
Tocqueville/ Amerika çizgisine çektiğini düşündüğümü de kaydedeyim şuraya. Ulusal egemenlik kavramı ve onun pozitif laiklikle bütünleşmiş kapsamı olmazsa olmaz mertebesinde önemlidir. O ulusal egemenliği elde etmek için verilen mücadele ve "
devrim" bana göre hâlâ devam ediyor.