Kanalların böldüğü kentlerin atmosferi, yolların kesiştiği kentlerden farklı. Su, geçtiği yere bambaşka bir dünya kuruyor. Petersburg, acaba kanalların kenti olmasaydı Dostoyevski'yle kazandığı büyüyü gene edinir miydi? Görmeden ölmenin neredeyse günah olduğu Venedik o müthiş gün batımlarını kanallar olmasaydı da sadece kıyısında bulunduğu denize yansıtsaydı "serenissima" (durgun, sakin, huzurlu...) unvanını hâlâ kazanır mıydı?
Gene de Amsterdam hepsinden farklı...
***
Bir liman kenti burası her şeyden önce. Liman ve ticaret yapan insanların şehri.
12. yüzyıldan beri böyle. Bütün Avrupa ve tüm Avrupa kentleri gibi uzun, karmaşık bir tarihi var. Bu tarih
sivilleşmenin ve dinselliğin birlikte geliştiği, açıldığı bir öykü olarak uzanıyor. Sonuç olarak
Calvinizmi benimsemiş,
çalışmayı, değer üretmeyi, tasarrufu, hiçbir şeyi ziyan etmemeyi, para kazanmayı bu dünya değil her şeyin ödüllendirileceği öteki dünya için gerçekleştiren insanlar yaşıyor bu kentte. Hıristiyan
Erasmus ve Yahudi
Spinoza bu suların içinde yaşadı.
Başka türlü
Konya kadar genişliği olan,
16 milyonluk bu ülkenin sadece ithalat ihracat hacminin
450 milyar dolar olduğunu insan nasıl açıklayabilir. Aynı şekilde
kişi başına 50 bin dolar gelire sahip bu insanların alçakgönüllülüğünü, her türlü şatafattan uzak görüntüsünü ve yaşantısını da başka türlü açıklamak mümkün değil. Belki bir tek lüksleri var; işte o: kanala bakan bir evde oturmak. Sulara gömülü kazıkların üstüne oturmuş yapılar.
***
1939'da
Yakup Kadri, "
zoraki diplomat" olarak geldi
Lahey'e. Sokaklarda Avrupa aydınlanmasını,
Erasmus'u arıyordu. Çayırlar ve inekler gördü. Yüksek fikirlerinin yansımasını bulamadı. Şaşırdı. Çünkü bir
Osmanlı ve Müslümandı; ne
ticaretin ve felsefenin nasıl iç içe olabileceğini, ne
burjuvazinin ve köylülüğün ayrı ama iç içe geçmiş hayatlar yaşayabileceğini biliyordu.
Türk'ün Avrupa'yla imtihanını hatta "
çilesini" yaşayan bir öğrenciydi sadece.
***
Beni ilgilendiren şu: orta çağı yaşamış bu kentlerin hiçbiri o dönemde üretilmiş gelenekten kopmuyor. Hâlâ bu kentin çok dar, birbirinin içine açılan sokaklarında hangi vitrine baksanız bizim unuttuğumuz "el işçiliğinin" bir yansımasını bulursunuz. Dericilik, kitapçılık ya da hidrolik: fark etmiyor.
Bu insanın geçmişle değil, kendi geçmişi ve bilinciyle bağı demek.
Kentin gelenekle kurduğu bağ başka düzeyde de sürüyor. Krallık onun bir uzantısı. Bunlar bilmiyor mu
monarşinin anlamını veya anlamsızlığını bugünkü dünyada?
Sonra saray; sarayda bir gece. Öyle bir zamanı yaşamak şansı olanlar hele Türkiye'den gelmişse yaşadıkları hayatın yavanlığının, düzlüğünün, kuruluğunun ve onu oluşturan şiddet ve devrimin belki bir tadı ve anlamı olduğunu düşünebilirler ve bundan tat da alabilirler. Ama öylesi bir hayatı sonuna kadar götürmenin imkânsızlığını kavrayarak.
Başka türlü nasıl olur? Fransa, krallığı ortadan kaldırdı, ama o krallığın ürettiği kültürün katresini bile ne reddetti ne de ziyan. Biz
Osmanlı'ya son verdik. O da şanlı bir hamledir ama 1000 yıllık tarihin kültürünü bu derecede yok saymaya mecbur muyduk?
Sarayda etrafımda dolaşan çağının kıyafeti içindeki garsonlara bakıyorum. Altın şamdanlara, üstümde fersah fersah açılan tavana. Bundan çok daha şatafatlısı Osmanlı'da mevcuttu. Ama mimar
Turgut Cansever ölmeden önce ahşaba çivi çakmasını bilen kalfa bulamadıklarından yakınıyordu.
***
Henüz gelmemiş bir baharın hayali etrafında dolaşıyor Amsterdam. Kanalların üstüne yağmurlar iniyor Nisanda bir akşamüstü. Uzak ve yitik güneşin kırgın ışıkları düşüyor sulara. Kısacık zaman aralığında bir sokak dönüyorum, yoksa, diyorum kendi kendime, kanal demek sessizlik mi demektir?
Bakıyorum, sulara ve kanallara, Amsterdam geceye eriyen bir cıva gibi kıpırdayarak akıyor.