Güçlü hafızama çok güvendiğimden belki, hayatım boyunca arşivim olmadı.
Fakat son zamanlarda genç bir asistan eski yazılarımı bir araya getiriyor.
Bin bir işin arasında, vakit bulursam, şöyle bir göz gezdiriyorum. Hangi yazıya bakarsam bakayım, Fransızların atasözünü anımsıyorum ve "ne kadar değişse o kadar aynı" diyorum içimden, Türkiye için.
Tam bu hicranla yüklü iken ve 1990'ların sonunda, 2000'lerin başında kaleme aldığım yazılar arasında Hizbullah hakkında yazdıklarıma bakarken, örgüt anlı şanlı bir biçimde hapisten çıktı.
2000'lerin başında, Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra liderleri öldürülerek çökertildiği söylenen Hizbullah, derinliğini ve vahametini Cengiz Çandar'ın cumartesi günü Radikal'de yazdığı yazıda dile getirdiği bir "hikâyenin" unsurudur. Ve bu hikâye bir kere daha o karanlık, o meçhul, o yıldırıcı 1990'ların ürettiği "derin devlet"in bir başka gerçeğidir.
Henüz yeterince aydınlatılmadı ama Güneydoğu Anadolu'da, yani savaş bölgesinde, 1990'larda devlet PKK ile "mücadelenin" dozunu emekli Emniyet Müdürleri, Özel Hal Valileri, paşalar ile artırmaya karar verdiğinde, "kullanılan" unsurlardan birisi de büyük bir olasılıkla Hizbullah'tı. Nitekim, Çandar, bu örgütün bölgede "Hizbulkontra" diye anıldığını yazıyor. O tarihte bu "bilgiye", açık veya örtülü, sahip olmayan da yoktu.
Açıkçası, devlet, Osmanlı'dan beri devam eden bir yöntemi kullanmış, bölgenin kanun dışı kuvvetlerini birbirine karşı sahaya sürmüş, belirli bir noktaya gelince de ipleri gerip, istediklerini dışarıya çekmişti. İşte o andığım yazılarda bu mekanizmanın üstünde durmuşum ve Karen Barkey'in bir kitabında Osmanlı'da bu metodun eşkıyalık- bürokratlık ilişkisi içinde (kitabın adı da öyle: Bandits and Bureaucrats/Eşkıyalar ve Bürokratlar) nasıl işlediğini söz konusu ederek, gene o yılların "unutulmaz" bir başka hadisesi olan Susurluk kazasını da, Hizbullah'ı da aynı oluşumun birer unsuru olarak kaydetmişim. Ortaya çıkan birçok belgeye baktığım zaman, içtenlikle inanıyorum ki, bir süre sonra PKK konusunda da benzeri yolların, üstelik daha da kirli bir biçimde, kullanıldığı büsbütün berraklıkla tarihin önüne serilecek.
Bu anlattıklarım geçmiş. O geçmişte bir öğrencimin, Eser Selen'in, Tisch School of Art'ta yaptığı, baştan beri "dâhiyane" diye nitelendirdiğim tezinde ele aldığı Konca Kuriş olayı var. Soğuk Savaş yıllarından gelen ve kökleri önce Yeşil Kuşak modeline, sonra 12 Eylül ideolojisine inen bir refleksle bölgenin ürettiği farklılık arayışını İslam temelinde yatıştırmak çabası var. Siyasetin, 1990'larda olduğu gibi tepeden tırnağa (derin) devlete teslim olması var.
Peki, bugün için söylenebilir?
Bence bu soru hayatidir. Çünkü bir çevre, Hizbullah'ın tövbe ettiğini, bir başka çevre asla böyle bir şeyin varit olmadığını ve şu debdebeli tahliye işleminin Hizbullah'ın yeniden örgütlenmesinin, dirilmesinin bir işareti olarak okunması gerektiğini öne sürüyor.
Elbette ki, Hizbullah gibi bir örgüt silah-şiddet çizgisinde devre dışı bırakılmalıdır.
Bunda kuşku yok. Hayati olan eğer bu yapılırsa, hükümet bu adımı atmayı başarırsa, o adımın doğuracağı diğer önemli sonuçlar ve diğer yan anlamlardır.
Yani, eğer Hizbullah'ın yeniden, şu veya bu biçimde, birtakım derin devlet güçleri tarafından "kullanılması" söz konusu ise ve eğer bu oluşum daha doğmadan boğulursa, böylece, hükümet, yakın tarihte belki de ilk kez, derin devletin karşısında bütün iplerin elinde olduğunu ifade edebilecektir. Dünyanın başka hiçbir demokrasisinde görülmeyen devlet-hükümet ayrımının giderilmesinde bir hamle daha kazanacaktır. Bölgede gelişmeye başlayan demokratikleşmeyi sivil siyasetle bütünleştirebilecektir. Önümüzdeki seçime giderken bu en önemli kazançlarından birisi olacaktır.
Kesinlikle!