Pazartesi günü yazdığım ve orta eğitimin son dönemine seçmeli bir ders olarak Osmanlıcayı koymamız gerektiğini (bir kez daha) öne sürdüğüm yazıya gelen bunca tepkiye sevinmemek elde mi? Efendim, arada, bazı "endişeli modernler" de çıktı. Bin dereden su getirip, mesela, Arapça ve Farsçadan "müteşekkil" (ben olsam "mürekkep" derdim) bu dil öğretilirse, o dillere, bir "altyapı" olarak ihtiyaç duyulacağını, bunun da işleri büsbütün karıştıracağını söylediler. Bunları geçelim. Hiç ilgisi yok. Bahsettiğim öncelikle 19. yüzyılda pekişmiş, yerleşmiş, matbu, Arap alfabesiyle yazılan, eski yazının öğretilmesidir. Ayrıca, o yaştaki bir çocuğun gerektiğince eski sözcükleri öğrenmesinde de hiçbir sakınca olmadığı gibi, bunun, dünya kadar yararı var. Nasıl olmaz?..
Dünyada, bizden başka, yakın dönem edebiyatını "sadeleştiren" ikinci bir ulus daha hatırlıyor musunuz? Kabul ederim, dil, esnek ve yaşayan bir varlıktır. Değişir. Bu değişim ne önceden tayin edilebilir ne hazırlanabilir. Ben bugün, şu yazdığımdan, daha eski bir dili kullanmayı, birçok nedene bağlı olarak, istemiyorum. Öncelikle bir iletişim aracı olarak dilin bir engel teşkil etmesinden çekiniyorum. Kaldı ki, "falan oldum" gibi bir Türkçeye kadar gelinmişken, eski ve "ağdalı" bir dille konuşmak, yazmak hızla bambaşka bir şeye dönüşür.
Öyle ama bu durum bir önceki dile bu derecede "kayıtsız" (mesela neden "bigâne" veya "müstağni" demeyelim) kalmanın gerekçesi olamaz. Edebi metinleri "sadeleştirmek" acayipliğini, faciasını yaşamak aklın alacağı bir şey değildir. Bir "ulusun" belili bir kültür dili olur, o dilin belirli sayıda sözcükten oluşan bir hacmi bulunur. Belirli bir eğitimden geçmiş herkesin ona sahip olması şarttır. Sonuç bu değilse ortada bir yanlışlık var demektir.
Edebiyat metnini salt iletişim mantığıyla okumak, bir romanın özetini okumaktan farksızdır. Edebiyat bir bilinç işidir ve bilinç ancak dille oluşturulur. Osmanlıca metni sadeleştirmek bir zihniyeti yok etmektir ki, orada edebiyat kalamaz, katledilir. Edebiyat ayrıntıdadır.
Kabul ediyorum, Osmanlıca, tıpkı saray musikisi gibi tamamlanmıştır. Bugün o tarzda konuşmak, yazmak manasızlıktır. Ama bir kültürel "kod" olarak bu gerçeği yok saymak da bir o kadar manasızlıktır. Çünkü o kültürün üretiminden değil, ancak "yeniden üretiminden" söz edilebilir. Halit Ziya gibi, Tevfik Fikret gibi yazamayız. (Onlar da zaten özenti, yapmacık ve "olmayan" bir Osmanlıcayla yazıyordu.) Fakat onların yazdıklarını okumak bir zorunluluktur.
Bunu düşünerek okullara gene seçmeli olarak Divan Edebiyatı dersi koymak konusunda ısrarlıyım. Yahya Kemal'in bile ancak beyitler, müfretler vardır dediği Divan Edebiyatı sadece metin çözümlemesi olarak değil, bir zihniyet, kimlik ve kurum öğesi olarak ele alınır, bir kültürün şifrelerini çözmek sadedinde anlatılırsa bir "işlev" taşır. Yani, Baki'nin, Nedim'in şiiri, dönemin bestekârları, müziği ve mimarisiyle birlikte ele alındığında yerine oturur.
Yapmayalım mı? Yaparsak "gerici" mi olacağız?
Daha ileri gideyim, Osmanlıcayı, Divan Edebiyatı'nı seçmeli dersler olarak koyalım, ama Osmanlı Kültürü diye bir dersi zorunlu ders olarak yerleştirelim. Siyasal, örgütsel yapısından kentsel yaşamına kadar, kültürel bileşenlerine kadar, Osmanlı'nın her şeyini orada, öğrencilere tanıtalım, kitaplarını yazalım. Bakın bakalım, o şartlarda, Sinan'ın kubbe mimarisinin anlamını verdikten sonra Divan Edebiyatı için hâlâ "gül, bülbül edebiyatı" diyebilecek miyiz?
Nurullah Ataç, zamanında, Batı uygarlığını "iyice" anlayabilmek için okullara Latince ve antik Yunancanın zorunlu ders olarak koyulmasını önermişti. Söylediği denendi, 1940'larda bir "klasik lise" uygulamasına gidildiyse de sonradan vazgeçildi. O önerinin bugün, gerekçesi değişik bile olsa, hâlâ geçerli olabilecek bir yanı da bulunabilir. Marjinal de olsa bu öneriyi, kültürel planda kabul ederim. Peki, bunu söylediğimiz bir ortamda Osmanlıcaya mı karşı çıkacağız?
İnsanın da toplumun da kendisinden korkması ancak psikiyatrik bir durumdur.