Türkiye'nin sorunu anayasa sorunudur ama sadece anayasa sorunu değildir. Türkiye'yi bugün kendi içinde bu kadar tartışmalı hale getiren ve her gün bir başka değişiklik arayış ve talebiyle yüz yüze bırakan ana mesele yıllar yılı kendi içine veya üstüne kapatılmış, kendi içinde sıkışmış veya sıkıştırılmış bir toplumun şimdi kabuğunu kırıp dışarı çıkma ihtiyacıdır. O nedenle de Türkiye'de bazı çevrelerin değişim arayış, özlem ve beklentisine karşılık diğer çevreler sürekli olarak "hazır değiliz" karşılığını vermektedir ve bu çevreler ortaya getirilen sorunları asla "ihtiyaç" açısından ele almamaktadır.
Günler boyunca sadece bu sorun üstünde durup neden böyle bir mekanizmanın işletildiği hakkında yazabilirim. Bürokratik geleneğin etrafında biçimlenmiş ve devleti kutsallaştırarak toplumu ona kayıtsız şartsız boyun eğmeye zorlamış, hatta mahkûm etmiş bir rejim anlayışı şimdi sayısız nedenden ötürü çatlamaya başladığında iş bu yeni dinamiklere ayak uydurmak isteyenlerle ona karşı çıkanlar arasındaki bir çatışmaya doğru gidiyor. Anayasa değişikliğinden sonra şimdi Başbakan Erdoğan'ın ortaya attığı başkanlık sistemi de bu tartışma zincirine yeni bir halka ekledi.
Hemen belirteyim. Bana kalırsa Türkiye için daha uygun sistem çoğulcu parlamenter sistemdir. Bu görüşümü geliştirmek için sayısız gerekçe öne sürebilirim. Fakat bu başkanlık sistemini daha doğmadan boğmaya bir gerekçe olamaz. Tam tersi: Türkiye başkanlık sistemini birçok nedenden ötürü ayrıntılı bir biçimde, uzun uzun, bütün kapsamıyla tartışmak zorundadır. Birçok nedeni var bu görüşümün.
Başta, Türkiye'nin 2012'de fiili olarak başkanlık sistemine geçmesi geliyor. Cumhurbaşkanını o yıl halk seçecek. Halktan destek alarak gelen, yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanının parlamenter sistem içinde konumu çok çetrefilleşecektir. Kaldı ki, cumhurbaşkanlığı makamı bugünkü anayasal çerçevesi içinde de sorunludur. 1982 Anayasası ile zaten pekiştirilmiş bu makam öte yandan sorumluluk sahibi değildir ve sistem zaman zaman çok bariz bir iki başlılık göstermektedir. Cumhurbaşkanı Sezer zamanında hükümetle Çankaya arasındaki gerilimi herhalde unutmadık.
Bir başka neden, başkanlık sistemi isteyen başbakanların genellikle kısa sürede çok yoğun icraatta bulunmak isteyen aksiyoner kişiler olmasıdır. Özal'ın başkanlık sistemini gündeme getirmesinin ana amacı bürokrasinin boyunduruğunu kırmak arzusuydu. Erdoğan da aynı arzuyla bu konuya yükleniyor. ATV'deki açıklamaları bu bakımdan şeke şüpheye mahal vermeyecek bir berraklık içindeydi.
Üçüncüsü en önemlisidir ve onu sona sakladım.
Bana kalırsa Türkiye bugüne kadar sürdürdüğü kıta Avrupa'sına yakın demokratik sistemle yürüyebileceği yolun sonuna geldi. Bu halin nesnel-öznel bin türlü nedeni var. Fakat bu kısıtlama kendisini her düzeyde gösteriyor. Laiklik konusundan yüksek yargıya kadar, devlet-toplum çatışmasından, egemenlik konusuna kadar hemen her alanda bu sistem tıkandı. Onun yerine Türkiye şimdi daha özgürlükçü, daha toplumcu, daha birey vurgulu Anglosakson demokrasisini ikame etme ihtiyacı içinde. Aşağıdan yukarıya örgütlenmiş bir demokrasi kompozisyonu, yürütmenin daha etkin olduğu, bürokrasinin daha fazla kısıtlandığı, yasamanın daha dar kalıplar içinde ama çok daha müessir işlediği bir mekanizma. Kaba hatlarıyla Anglosakson demokrasisi budur.
Türkiye şimdi buraya geldi. Bunun bir uzantısı olarak da başkanlık sistemini bir kere daha gündemine taşıdı. Bu tartışma yarın öbür gün uyutulabilir, unutturulabilir ama bunların hiçbirisi bir ihtiyacın yok sayılması anlamına gelmez.
Tekrar edeyim, bana göre parlamenter sistem iyidir. Ama tam da o nedenle başkanlık sistemini alabildiğine tartışmak istiyorum. Hiç öyle eyvah diktatorya geldi, demeden.