Pazartesi günkü yazımda sözünü ettiğim Giles Milton'un Paradise Lost isimli yapıtının Kayıp Cennet adıyla Türkçeye çevrildiğini, Ergun Babahan'ın pazar günü Star'da yayınlanan yazısından öğrendim. Kitap Şenocak Yayınları tarafından 2009'da yayınlanmış. Söz konusu metnin orijinal alt başlığı İslam Dünyasında Bir Hıristiyan Kentinin Yıkımı'dır. Bu tanım Türkçeye Hoşgörü Kentinin Yıkımı olarak çevrilmiş. Bu çeviri bugünkü yazıda dile getirmek istediklerim için çok uygun bir başlangıç.
Nasıl açıklayacağız bu çeviriyi? Ortada orijinal metni apaçık çarpıtan, haydi gizleyen diyelim bir dönüştürüm var. Hiçbir şey söylememenin, boşlukların, suskunlukların bile bir anlam taşıdığı söylem çözümlemeleri dünyasında böylesi bir farklılaştırma içinde yaşadığımız toplumun egemen bilincine kültürel, tarihsel söylemin feda edilmesi demektir. Kültürel ve tarihsel dediğimiz ise gerçekle alakalıdır. Dolayısıyla egemen bilinç ve onun kabulleri bugün dahi gerçeği öteleyebilmektedir. Hele bunun gerçeği ortaya çıkarmak, bir tabuyu kırmak için yazılmış bir kitapla ilgili olarak yapılması büsbütün çarpıcıdır.
İzmir yangınıyla ilgili olarak sürdürülen tartışmanın belkemiğini de işte bu kısıtlamacı, kısıtlayıcı tutum hazırlıyor. Sorun elbette yangını kimin çıkardığıdır. Ama bu çok tartışmalı bir konudur. Öyle bir tek metne atıfla halledilecek gibi değildir. Açın İzzeddin Çalışlar Paşa'nın günlüğünü. Bu konuya değinen çok kısıtlı satır aralarında bile insan çok şey okuyabilir. Gerçeğin oluşturulması tekil, yüzeysel, basit bir işlem değildir. Her şey derece derece ona etki eder, onu biçimlendirir. Taraflılık da bunun bir parçasıdır.
Okurlarım arasında, pazartesi günkü yazımda değindiğim Marjorie Housepian Dobkin'in kitabına sadece yazarının adına bakarak itiraz edenler, Ermeni asıllı birisinin yazdığı kitabın tarafsız olamayacağını, dolayısıyla güvenilemeyeceğini söyleyenler çıktı. Niçin tarafsız olsun? Tarafsızlık son kertede bir metodoloji sorunudur. İdeolojik planda bakıldığında ona güvenilemez diyenlerin bizzat kendileri tarafgir olmuyor mu?
Ya kendi taraftarlığımız? O taraftarlığın tam bir taassuba dönüşmesi? 'Taassup' kelimesi modern/Cumhuriyetçi Türkçede her zaman dinsel bir anlam ve içerik kazandı. Dine ait bir olgu olarak görüldü. Oysa taassubun Batı dillerindeki karşılığı 'fanatizm'. Dolayısıyla Kemalizmin de fanatizmi/taassubu olabiliyor ve asıl sorun o. Asıl sorun yaşanmış/tarihsel bir gerçeğin monistik (tekçi) hatta 'mistik' bir anlatımla dile getirilmesidir. Falih Rıfkı Atay'ın kitabının, hatta Atatürk'ün Nutku'nun sansür edilmesidir. Bu, zamanın ve egemen ideolojinin biçimlendirdiği gerçeğin daima orijinaliteyle iç içe geçen bir kavram olan tarihsel gerçeği çarpıtmasıdır. Yani ideolojik olanın gerçek olanı ötelemesidir. Son bilmem kaç yılın ana gerçeği budur.
Türkiye'nin hazin sorunu da budur. Böyle bir davranış kalıbına sahip olmamızın altında yatan ana neden toplumsal erginliğimize güvenmemektir. Bu çok çarpıcı bir durumdur. Çünkü bilhassa cumhuriyetle birlikte başlayan modernleştirici zihniyetin ana gerekçesi ve meşrulaştırıcı nedeni ergin bireyin yaratılmasıdır. Cumhuriyet, hurafenin yerine bilimsel gerçekliği ikame etmek istemişse nedeni budur. Soyut rasyonalitenin sübjektif ve geleneksel olanı ötelemesi istendiği için 'hayatta en hakiki mürşit ilimdir' denmiştir. Son tahlilde Kantçı dediğim bu Aydınlanmacı tavrın şu tartışmanın ışığında bakarak doğrulandığını, temellendirildiğini söylemek mümkün müdür? Peki bütün bunların Kemalizm adına yapılmasını nasıl açıklayacağız?
İşte bu nedenlerle diyorum ki, Türkiye Kemalizm adı altında bir deli gömleğine mahkûm edilmiştir. Bunun şu yukarıda değindiğim özgün Kemalizmle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu basit bir bürokratik ideolojinin 1980 sonrasında dayatılmasıdır. Şimdi toplum parça parça yırtarak o gömleği üstünden atıyor.
Diyelim, İzmir yangınında yakıyor.