Bugünlerde evdeyim. Kapanmış, bir kitabın son bölümünü yazıyorum. Sabahları altıda uyanıyorum. Hemen masanın başına oturuyorum. O sırada güneş yeni doğuyor. Etraf bazen kalın bir sisin, bazen ağır bir yağmur perdesinin arkasında kalıyor. Ben akşama kadar evden çıkmazken sabahları Boğaz'a akşamları Nispetiye Caddesi'nden geçen arabaların kırmızı kırmızı yanan fren lambalarına bakıyorum.
Garip bir şey kımıldıyor etrafta. Neden sonra bunun yaklaşan bahar olduğunu anladım. Etrafımı saran Afrika maskları, antik Mısır ve Yunan heykelcikleri, bütün duvarları kaplamış kitaplar ve dışarıda bahar. Kırılan ışık, yavaşça uzayan gün, değişen kokular bir on beş gün sonra baharın salgınını duyuruyor. Belki kar fırtınaları olacaktır arada, belki soğuklar gene bindirecektir. Olsun. Gene de bahar!
Kitap 1946-80 arasını irdeleyecekti. Sonradan çeşitli nedenlerle değişerek 1920'lerde başlaması ve 1960'ta bitmesi gereken bir cilde dönüştü. Şimdi 1923-46 arasıyla uğraşıyorum. Belki de bahar bir vehimdir ve 23-46 arasının ufunetini aşmak için bilincimin bulduğu bir kaçıştır.
Olabilir. Tam bu sırada Meclis Başkanı milyonlarca arşiv evrakının açılacağını, ama İstiklal Mahkemesi dönemi kayıtlarının kapalı kalacağını belirtti. Geçen hafta Mehmet Barlas da yerden göğe kadar haklı olarak sordu: neden?
Nedeni çoktur. Nedeni sadece o evraklar açıklanırsa uyandıracağı infial değildir. Ben ondan çekinmiyorum. 1925'te kurulan bu mahkemelerin hukuk dışılığı artık o kadar açık, o kadar somuttur ki, yeni belgelerin bunu kanıtlamaktan öte bir anlamı olmayacaktır. Buradaki sorun o evrakın kapalı kalmasını gerektiren zihniyettir.
Böyle düşünmeye başlayınca, insan, bir devletin oluşturduğu bir zihniyet kalıbının kolay kolay aşılamadığını görüyor. Türkiye'nin ister çok partili, ister demokratik dönemlerde olsun, temel tıkanıklığını bu kısıtlamanın oluşturduğunu anlıyor. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın (ve umarım elimdeki kitapta bunu gösterebilmişimdir) 1923-50 arası tartışmasız bir biçimde bir totaliter yönetimdir. Bütün kurumlarıyla, kuruluşlarıyla, örgütüyle, ideolojisiyle ve doktriniyle bu iş böyledir. Bunu şimdi isteyen istediği kadar hızlı kalkınma zorunluluğuyla, isteyen rejimin ve "inkılapların" yerleştirilmesiyle izah etsin, yönetimin totaliter temellerini inkâr etmek olanaksızdır.
Belki orada kalsaydı mesele kısmen halledilebilirdi. Ama olmadı. Kemalizm kendisini üreten temel mekanizmayı ve metodu keşfetmişti. Devletin ve ideolojisinin yüceltilmesine, dışına çıkılmaz bir çember olarak benimsenmesine yol açan bu yapı, bugüne kadar devam etti. Askeri darbeler bu sürekliliğin sağlanmasına ana etkendir. Hatta darbelerin bu nedenle yapıldığını söylemek gerekir. Anayasalar bile son kertede bu maksada hizmet için yazılmış, yapılmıştır. İlk 1931 CHP Programı'nda devlet büyük harfle başlıyordu. Son anayasada ona "kutsallık" kazandırdılar.
Ama daha beteri var... Tek parti ideolojisi ve çoğunlukçu anlayış derece derece hepimizin zihnine sinmiştir. Hepimizin korkuları, onlara bağlı refleksleri var. Hepimiz bir noktadan sonra devleti "korumak ve kollamak"la kendimizi görevli sayıyoruz. Bir yere kadar özgür ve özgürlükçüyüz, bir yerden sonra kendi kendimizi durduruyoruz. Devlet bizim için bilinç dışıdır denebilir. Ama daha doğrusu aşılamaz bir süper egodur. O zaman işte bazı kayıtlar kapalı kalmayı sürdürüyor.
Neyse ki, etrafımda Afrika maskları, antik Mısır ve Yunan heykelcikleri, raflarda tıklım tıklım kitaplar var ve umarım yanılmıyorumdur, umarım bahar gelmektedir.