Bugün cuma. Haftanın son günü. Amerika'dan döndüm. Hemen kolları sıvayıp Türkiye siyasetinin hep değişse de hep aynı kalan meselelerine dalmak işten bile değil. Ama bir hafta boyunca Amerika deyip haftanın şu son gününde o konularla uğraşmak biraz haksızlık. Üstelik bu defa değil ama, uzunca bir tatilden döndükten sonra ilk gün işe gitmemek, kentte dolaşmak, sevdiğim yerlere girip çıkmak, yeniden onunla aşinalık, ülfet, ünsiyet kurmak gibi de bir huyum olduğundan bu gün siyaset dışı Amerika'dan söz edeyim.
İlgimi çeken ve son zamanlarda üstünde düşündüğüm şey şu: diğerleri bir yana özellikle Paris bizde müthiş bir romantizmle anlatılmıştır. En önemli nedeni bu durumun, Paris'e ilk elde gidenlerin daha fazla edebiyatçılar olmasıdır. Ressamların gönderilmesiyle başlamıştır gerçi Türkiye'nin Paris macerası ama gene de efsaneyi yaratan edebiyatçıların anlattığıdır. Oysa böyle bir New York efsanesi yok. Üstelik yurtdışına gitmek gelmek artık çok kolay. Paris'e gidenlerle mukayese edilmeyecek kadar çok insan yolculuk ediyor NY ile İstanbul arasında. Dolayısıyla "erişmeye" dayalı bir "mistisizm" geliştirilmesi zor. Üstelik görsellik çağı insanların üstüne oluk oluk NY görüntüsü akıtıyor. Bu şartlar altında NY efsanesi yaratmak mümkün mü?
Galiba değil. Fakat ben böyle bir efsanenin doğmamasında başka bir neden daha buluyorum.
Paris, her şeye rağmen insanların "erişebildiği" bir kentti. Emperyal bir ülkenin insanları bir başka emperyal ülkeye gidiyordu. Yaşama biçimleri arasında benzerlikler vardı, bütün farklara rağmen. Dolayısıyla iki kent arasında ilişkilerin kurulması kolaydı. Oysa NY öyle değil. İnsanlar ya gereğinden fazla Amerikan kültürüne battığı için yeni bir kenti kavramak ve yaşamak için gerekli olan "mesafeyi" yitiriyorlar ya da daha önemli bir mekanizma işliyor: insanlar ne kadar benimsediğini söylerse söylesin NY'nin içine bir türlü giremiyor. Belki iddialı bir yargı bu ama öyle. Hatta daha fazlasını da öne sürebilirim. İnsanlar orada ne kadar yaşarsa yaşasın NY'den korkuyor, NY'nin içine giremiyor. Ölçeği, yaşama biçimi, kimsenin kimseyi umursamaması, insanların işlerinden başka bir şey düşünmemesi, hedonizmden uzak sürdürdükleri asetik hayat, hatta giyim kuşamın boş verilmiş kaba sabalığı, zencilerin yarattıkları kültür, genel anlamda kenti sarıp sarmalayan çok kültürlü yapı Türkiye gibi kontrollü, içine kapalı bir ülkeden giden insanların üstünde bana kalırsa adı koyulmamış bir korku yaratıyor.
Neden insanlar NY'de öncelikle daha küçük mahallelere, Village'a, Little Italy'ye, Soho'ya, Nolita'ya gider de NY'nin biraz dışından kalan çok daha 'Amerikan' diğer mahallelere açılmaz, hatta East Village'e bile dalmaz, oralarda bir lezzet aramaz, sorusunun yanıtını bu yargıya eriştikten sonra buldum: bu mahalleler Avrupa'dır, Amerika'yla ilişkisizdir de ondan. Oysa asıl NY bunların dışında hatta ötesindedir. O "gergin" mekânlar, "hayaletimsi" yerler, ıssız alanlar, boşluk duygusu uyandıran binalardan oluşan Amerika bize yabancıdır.
Öbür tarafta, Amerikan kültürü, kim ne derse desin, "sert" bir kültürdür, düpedüz ve tek sözcükle sert. Neredeyse bomboş ve büyük mekânlar, insanın kendisini içinde yitirdiği alışveriş merkezleri, içine girdiğinizde ürperdiğiniz otoparklar, devasa asansörler "iç mekân" ları bile soğuk birer yere dönüştürür, insanda bir gerçeküstü filmin yalnızlık duygusunu uyandırır, onu kendisinden ve bağlamından koparır. NY buna bir cengelin karmaşasını ekler. O karmaşada büyük bir enerji yattığı söylenebilir, (bendeniz gibi) bazıları da ondan hoşlanır ama son kertede NY de Amerika da insanı dışlayan bir mekân gerçekliğiyle iç içedir. Türkiye'den giden birisinin oraya ısınması öyle kolay bir şey değildir. Hele buna bir de çok ileri düzeylere erişmiş teknolojinin getirdiği uyumsuzlukları eklerseniz Amerika öyle romantik bir yer olmaktan çıkar. Dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyecek ölçüde eksantrik insan dokusu üstüne eklenince NY ha deyince benimsenecek bir yer olmaktan çıkıyor. O zaman da insanlar NY'den değil NY'deki şeylerden söz eder: alışveriş, lokantalar, gökdelenler.
Bana öyle geliyor ki, Amerikan kültürü, şu son altmış yıllık "tahakkümüne" karşın bize hâlâ çok yabancıdır. Attila İlhan' ın Paris'te geçen Zenciler Birbirine Benzemez'i gibi Amerika'da geçen kalıcı, kuvvetli bir roman yazamadıysak başka ne söylenebilir ki?
Üzgünüm ama hakikat bu! Biz şefkate düşkünüzdür.