Dünyanın her yerinde 'devlet refleksi' denilen bir tepki vardır ve bu bazen 'devlet aklı' denilen, anlamını her seferinde yeniden yazmak zorunda kaldığımız bir başka kavram ve tepkiyle iç içe geçer. 'Devlet aklı' ('raison d'etat' diye bilinen kavramın tercümesi olarak eskiden 'hikmeti hükümet' denilen) devletin varlığı ve devamı için yaptığı her şeyde haklı olması, yaptığı her şeyin mubah ve meşru görülmesi demek.
Siyaset biliminin çok önemli bir kavramıdır bu ve modern devlet, hukukla kendi hakimiyet alanını sınırlamak zorunda kaldığından beri 'devlet aklı' artık eskisi kadar geçerli değildir. Geçerli olmadığı için de devlet, varlığı için, iyiliği için yapması gerektiğine inandığı şeylerin çoğunu illegal yollardan yapar.
Peki, buna kim karar verir? İşte asıl soru budur. Bu karar devlet bürokrasisi tarafından, hatta onun bir bölümü tarafından oluşturulur. Bu insanlar bizde 'devlet terbiyesi aldım' diyenlerdir ve çeşitli endoktrinasyonlarla kendilerini devletle özdeşleştirmiş olanlardır. Devlet adına karar verirler, tepki gösterirler, eylem yaparlar.
Büyük devlet geleneğine sahip toplumların ana sorunu, hatta çıkmazı budur. Devlet kendisini bir türlü hukukla ve demokrasiyle sınırlamaz. Sınırlamak istemez. Her zaman onlara hükmeden, onları aşan bir güce sahip olmak, o gücü korumak, sürdürmek yanlısıdır. Bütün bu söylediklerimi soyut bir biçimde okuyup sadece Türkiye'yi ima ettiğimi düşünmek yanlıştır. İngiltere de Fransa da Amerika da derece derece bu gerçekle iç içedir.
Devletten demokrasiye
Kürt özlü demokratik açılımın büyük önemi buradadır.
Bu yeni yönelimle birlikte Türkiye geleneksel devlet anlayış ve refleksinin dışına çıkmayı deneyecektir. Aslında Türkiye AB üyeliği sürecine girdikten sonra, yasalarını yeniden tanzim etmeye başladıktan sonra bu deneyden geçiyor. Ceza Kanunu'ndaki değişiklikler de buydu, Medeni Kanaun'daki değişiklikler de. Şimdiyse çok daha doktriner bir anlayışa neşter atılmak isteniyor.
Gerçekten de Kürt sorunu bir demokrasi sorunudur ve bunun böyle idrak ve telaffuz edilmesi bile çok zaman aldı. Şimdi devletin 1925 sonrasında çok sistemli bir biçimde oluşturduğu ve uyguladığı bir politik çizginin bırakılması niyeti öne çıkıyor. O çizgi ulus-üniter devletin belli bir modelinin hazırlanması sırasında çekilmişti. Onu hazırlayan sayısız neden vardı ve onların çok önemli bir bölümü Soner Çağaptay'ın kitabında (Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey) çok ayrıntılı bir biçimde sıralanıp anlatılmıştır. Fakat bugün o yapının gene bir çok nedenle daha fazla sürdürülemeyeceği anlaşıldığından değiştirilmesi yoluna giriliyor.
İki temas noktası
O devlet aklı tepkisini gene gösterecektir. Bunda kuşku yok. Fakat konjonktürün değişimi de bir gerçektir ve onun bir ağırlık taşıyacağından da kuşku duymamak gerekir. söz konusu iki kuvvetin iki temas noktası var şimdi. Diğerleri bir yana bunlar Anayasanın 3. Maddesi ve DTP'dir.
3. maddede sayılan koşulları devlet 'kendisi' olarak telakki ediyor. Zaten o madde kapsamına itiraz eden de bulunmuyor ortada. Buna rağmen orada ısrar etmek devletin geleneksel tepkisini, anlayışını, ısrarını gösterir.
Ötekisi, yani DTP ise demokrasiyle devletin ne kadar buluşacağı konusunu gündeme getiriyor. Bülent Arınç'ın söyledikleri (Murat Yetkin, Radikal, 30.8.09) bu bakımdan hayati derecede önemlidir. Şu kadar oy almış, Türkiye'nin bir çok yerinde kendisini göstermiş bir partiyi yok mu sayalım diye soruyor Arınç. Sorun, gerçekten de budur.
Buna rağmen bu iki noktada direnmek, en gerilediği bir noktada PKK diye tutturmak devlet aklına bilerek bilmeyerek teslim olmaktır.
Bu gerçek ortadayken ve bu kadar açıkken onları aşacak bir içeriği kapsayan programı açıkça ortaya koyup tartışmak daha doğru değil midir? Gerçekten demokratik olan öylesi bir tavır olmayacak mıdır
Türkiye şimdi bir kuyuya inmeye çalışıyor. Devlet aklıyla inerse kuyuda kalacağı kesindir