İtiraf edeyim ki, demokratikleşme açılımının Kürt boyutuna ben etrafta dile getirilenlerden biraz daha farklı bakıyorum. Bunun üç temel nedeni var. Birincisi Abdullah Öcalan'ın konumu, ikincisi ordunun pozisyonu, üçüncüsü hükümetin koşulları. Bu üç unsur yan yana gelince çok farklı bir 'Kürt açılımı' tablosu koyuyor ortaya. Teker teker ele alayım.
Abdullah Öcalan öyle sanıyorum ki, içinde bulunduğu koşulların yarattığı baskılar, yönlenmeler ve anlayışla bugüne kadar yaptığı açıklamaları sadece kendisi ve PKK etrafında odakladı. Bu son tahlilde devletin ve hükümetin işine gelecek bir yaklaşımdır. Eğer gene son evrede bugüne kadar gelinen çizgi terk edilecekse Öcalan'ın çok daha genel ve demokratik sorunları kuşatan tercihlerden farklı bir öneri getirmesi belli bir dayanak noktası olacaktır. Denecektir ki, biz Öcalan'ı ve PKK'yı muhatap ve odak alan herhangi bir girişime taraf olmayız. İşlerin buraya nasıl geldiğini ve niye burada durduğunu, donduğunu tarih herhalde ayrıntılı bir biçimde açıklayacaktır.
Öcalan'ın geliştirdiği yaklaşım Kürtler yani DTP tarafından da aynen benimsendi. Doğrusu bu dönemde çok daha zengin bir öneriler paketi çıkarması toplumca beklenirken bu partinin sadece Öcalan ve PKK gerçeğinden hareket eden söylemi yukarıda belirttiğim tıkanmanın yakın zamanda çok önemli bir bahanesi veya gerekçesi olacaktır. Bence DTP hızla 'pozisyonlar savaşı'nı terk edip 'manevralar savaşı'na yönelmelidir (bu deyimler Antonio Gramsci'nindir). Bu meyanda da güçlü, geriye çevrilmesi mümkün olmayan, herkesin üzerinde uzlaşacağı bir 'temel talepler paketi' ortaya çıkarmalıdır.
Ordunun pozisyonu
Ordu toplumu şaşırtmayı sürdürüyor. Orada da önemli kaymalar gözlemleniyor ki, bunlar son kertede Kürt açılımı deneyen hükümeti sıkıştıracak ve yıpratacak taktik manevralar şeklinde nitelendirilebilir. MGK sonrasında MHP'nin malum çıkış ve tepkisini alarak, MHP'lileşen CHP'nin Genel Başkanı Deniz Baykal'ın 'aman karışmayın' uyarısına muhatap olarak Orgeneral Başbuğ'un Anayasanın 3. Maddesinin bir 'kırmızı çizgi' oluşturduğunu açıklaması son derecede ilginç bir hat meydana getiriyor. Hele bu çizgiyi Nisan ayında Başbuğ'un Harap Akademileri konuşmasından hemen sonra başlayan 'Türk-Türkiyeli' tartışmasına kadar geriletmek ve dönemi post-Ergenekon bağlamında düşünmek ortaya daha da ilginç bir tablo çıkarıyor. Belli ki, ordu daha geniş bir açılımı denemek istemekte fakat bunu toplumun çeşitli düzeylerdeki tepkisini hem ölçerek hem de boşaltarak yapmayı istemektedir.
Hükümetin pozisyonu
Bu kanatta olanlar daha da ilginç. Çünkü çok iyi niyetli bir girişim olarak başlayan Kürt açılımı bu son manevralardan sonra 'yolları çatallanan bahçe ye gelmiş gibi görünüyor. Erdoğan, Genel Kurmay Başkanı'nın temel saydığı önermeleri kabul ederek son dönemde yapılan tartışmaları epey geriye çekti. Anayasa değişikliği, Türk etnik temeline oturmuş yurttaşlığın Anayasal yurttaşlıkla değiştirilmesi, yerel yönetimlerde farklı bir anlayışa geçilmesi gibi demokratik-sivil tartışmalar bir kere daha üniter devletulus devlet sınırları içine alındı. O zaman geriye PKK'ya çıkarılacak kısmi af gibi militer nitelikli çözüm arayışları kalıyor. Oysa daha önce bu köşede yazdığım bir yazıda herhangi bir etnik gruba dönük demokratik hak açılımının dil-kimlik-aidiyet- yerellik temelinde cereyan edeceğini yazmıştım. Anlaşılan iş o noktaya geldi ve sınır şartları tayin edildi. Orada da bir yenilik yok.
Bu durumda hükümetin bir paket açıklamakta gecikmesi ortamın MHP lehine derinleşmesine yol açmaktadır. Bu bir. İkincisi, Kürtler kendi somut önerilerini ortaya koymadıkça klasik söylem bir kez daha ağırlık kazanmakta ve katılaşmaktadır. Yani, top Kürtlerin sahasına itilmiştir.
Hani Latince 'hic Rhodus hic salta' yani 'haydi Rodus at taklanı' yani 'buyur kardeşim göster marifetini' şeklinde söylenmiş ve Hegel'le Marx'ın tekrarladığı laf sanki onlar ve bugün için söylenmiş gibidir.