İki gün önce Sevgililer Günü'ydü . Diğer günler gibi herhalde o da bazı Amerikan tüccarları tarafından icat edildi. Amerika'da bu mevsimlerde düşen satışları biraz hareketlendirsin diye. Fakat popüler kültür insanı kendini bu tür açılımlara kaptırmakta gecikmiyor. Perşembe günü İstanbul'un hali görülmeye değerdi. Bindiğim arabayı kullanan sürücü kıyıda duran ve her biri elinde bir paketle otobüs bekleyenleri göstererek, "Allah yardımcımız olsun" dedi ve devam etti: "Adam parasızlıktan otobüse biniyor, bir de sevgilisine kredi kartıyla borçlanıp hediye almış!"
Doğrusu fazla "akılcı" ve iç burkan bir saptamaydı. O sırada kar atıştırıyordu. İstanbul'da gökyüzü kapalıydı. Hava çok soğuktu. Şehrin ışıkları yeni yeni yanmaya başlamıştı. Yol kıyısında elinde paketiyle İstanbul'un öldürücü trafiğine girecek olanlar belki de içlerini bir aşk aleviyle ısıtıyordu. Onların kredi kartı borcunu düşünmek bütün fazla akıllılıklar gibi haksızlık dolu bir yargıydı: doğru ama ağır!
O zaman bir kez daha düşündüm, "Nedir bu aşk denen şey" diye. Üstelik şu sıralar daha önce yayınlanan iki romanının hiçbirini sevmediğim Jeffrey Eugenides'in "My Mistress" Sparrow is Dead: Great Love Stories From Chekov to Munro ( Sevgilimin Serçesi Öldü: Çehov'dan Munro'ya Büyük Aşk Hikayeleri) başlıklı antolojisini okuyorum.
Acılı mı olsun acısız mı?
Eugenides, kitabıyla ilgili olarak Guardian Book Review'a bir yazı yazdı. Yazısında kitabı hazırlarken karşılaştığı bir durumu anlatıyor. Rastladığı eşe dosta beğendiği aşk öykülerini sormuş. (Ben hemen cevap vereyim: Sait Faik'in Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki öyküler! O kadar güzeldir ki, İlhan Berk onları BeyitMısra Antolojisi'ne almakta tereddüt etmemiştir.) Onları bir kenara kaydetmiş. Daha sonra seçtiklerini gene arkadaşlarına söyleyince itirazlarla karşılaşmış. Çevresindeki insanlar ondan "hoş, iyimser, tatlı" aşk hikayeleri seçmesini beklerken Eugenides oldukça karamsar, kötücül, acıyla yüklü öyküleri tercih ettiğini ayrımsamış. (Aslında pek de öyle değil, o anlama gelen öyküleri bana sorsaydı kendisine gayet "karanlık" önerilerde bulunabilirdim.) "Niye böyle" diye soranlara verecek bir standart cevap da peyda etmiş: "O sizin tasarladığınız aşk, bunlarsa aşk öyküsü." Demek istiyor ki, aşkla aşk edebiyatı arasında bir fark var.
Batı'nın aşkı-Doğu'nun aşkı
Bunu okuyunca eski bir düşüncemi yeniden anımsadım. O da şu: aşk dediğimiz şey bulunmuş, icat edilmiş bir şeydir . İlk aşk şairi olarak Latin ozanı Catullus gösterilir, Yunan Safo anımsanır fakat gene de aşkın edebiyatı Rönesans'ta doğar. Özellikle Shakespeare ve Fransız ozanlarıyla gelişir. Bu tesadüfi değildir. Çünkü, Batı edebiyatı daha sonra ortaya çıkacak olan "Kartezyen düşünce"nin öncülü olan "aklını" kullanarak aşkı kurcalamaya başlamıştır. Onun anlamını bulmaya çalışır. Kaleme getirilen, yazılan ise "olağan" bir aşk değildir. Trajik aşktır. Doğal; çünkü, o yanıyla bakınca söyleyecek daha fazla şey var. Kısacası aşk Batı'da edebiyattan doğmuştur. Yazılan, yapılan bir şeydir ve edebiyat aşkı doğurmuştur, Batı'da.
Öte yanda, Doğu'nun aşkı çok farklıdır. Doğu'da aşk tabiiliğin bir parçası olarak, doğal haliyle, doğanın içinde yaşanır . O nedenle de klasik Doğu aşk metinlerinde aşkla cinsellik Batının anlayamayacağı ölçüde iç içe geçmiştir. Kısacası, aşk edebiyatı doğurmuştur, Doğu'da . O da "nasip" denilen şeyle ilişkilidir. Mistiktir. O bakımdan sessizdir, derinden akar ve trajik işin doğal bir parçası olarak ortaya çıkar. Akıl değil, akıl ötesidir aşkı yaratan. Divan edebiyatında anlatılabilir, anlaşılabilir bir aşk ve sevgili olmaması bu yüzdendir.
Bu durumda, Sevgililer Günü'nün Batı tarafından "icat edilmesinde", bizim sürücünün de ona katılanları eleştirmesinde şaşacak bir şey var mı dedim kendi kendime ve arabadan inip akşamın kalabalığına karıştım.