Onunla ilk kez sıcak bir yaz öğle sonrasında Ankara'da Büyük Sinema'nın karanlık serinliğinde karşılaştım. Gördüğüm filmi, daha sonra bir daha görmek için yıllarca arayacağım Temas isimli filmiydi. Çarpılmış ve Bergman'dan ayrılmamaya o gün karar vermiştim.
Bergman diye bir dünya...
Aradan bir kaç yıl geçmişti. Çağdaş Sahne solcuların/devrimcilerin mekanlarından birisiydi. Bir sonbahar günü akşam üstü orada Yaban Çilekleri'ni görüyorum ve ne yalan söyleyeyim bazı sahnelerini hiç unutmasam da Temas kadar sevmiyorum.
O ara Bilgi Yayınevi'nin yayınladığı o güzel boyutlu kitaplardan bir tanesi ustanın iki yapıtının senaryosunu bir araya getirmiş, ben de okumuşum: Aynadaki Gibi/Sessizlik. O filmleri görmem de yıllar alıyor. Geçen yıl Princeton'dayım. Her geceyarısından sonra kendime bir film izleme ödülü veriyorum. İki kişinin bütün yapıtlarını tarih sırasına göre izliyorum: birisi Bergman . Ötekini yazının sonunda söyleyeceğim.
Bir yaz akşam üstü evde televizyona bakarken öldüğünü öğreniyorum. En yakınlarımı yitirdiğimde bile duymadığım bir duyguyla sarsılıyorum. Aklımda şimşek hızıyla bir cümle: sinemanın Dostoyevski'si gitti!
Ruhun o siyah kanı...
Bu tanımın doğru olduğu kanısındayım. Bergman, şimdi dvd'leri yayınladığı için daha rahat izleyebildiğimiz ilk yapıtlarından bana göre son yapıtı Fanny ve Alexander'a kadar daima bir kaç şeyin etrafında kaldı.
Her şeyden önce Bergman uzun ve 'zengin' yaşamış birisiydi. Ruhsal ve kültürel anlamda zengindi. Babası papazdı. Ondan Hıristiyanlık öğretisini ve onun (Batılı) insan için ne ifade ettiğini öğrendi. İkincisi, sert bir babayla yumuşak ama sorunlu bir annenin eşliğinde hazırlanmış çocukluk hayatında ev yaşantısının, ailenin, evliliğin ne demek olduğunu fark etti. Üçüncüsü, kendisi çok kadınlı, çok eşli, çok çocuklu bir hayat sürdü. Ruhunda sakladığı ve sadece çok nadir insanda görülen o asla iyilşemez, sağaltılamaz yalnızlık, hüzün ve acı duygusu bütün bunları harmanlamasına yardım etti. Sonuç olarak tüm filmleri özyaşamöyküsel (otobiyografik) bir içerik kazandı.
İkincisi, Bergman'ın meselesi insandı. Toplumsal dönüşümler, siyasal yapılar, tarihsel olgular onu asla ilgilendirmedi. Dosto babadan bu noktada ayrıldı. Ama tıpkı onun gibi Hıristiyan mistisizmiyle karışık bir biçimde insanın iki gerçeği olduğunu sürekli bir biçimde vurguladı: acı çekmek ve kötülük. Ondan sonra geriye iki yol kalıyordu. Ya, kötücüllüğün içinden bir yazar olacaktı ya da insanı gene ancak insanın ve insan iyiliğinin kurtaracağına inanacaktı. Bütün o kasvetli ve karanlık görüntüsünün ardına bu tercihi sakladı. Simsiyah bir kan akıtan bilinçlerin ve ruhların sinemacasını oldu ama ışığa sırtını asla dönmedi. İnsanı insan yapan asıl duygunun tutku olduğuna inandı. Kader sadece tutkunun biçimlendirdiği bir gerçekti.
Yalnızlık ve Tanrı'lık
Bergman bir ömür boyu yalnızlığı seçti. Daima. Bütün kadınlarından ayrıldı. Bütün çocuklarını bıraktı. Tıpkı Bir Evlilikten Sahneler'de, Sarabant'ta, İnançsız'da, Utanç'ta olduğu gibi bir adada yapayalnız öldü. Ama en az kendisi kadar usta izleyenleri vardı. Onların başına hiç umulmadık bir sinemacı gelir: Woody Allen. O da öyledir, bütün o Hannah ve Kız Kardeşleri'nde, Eylül'de, Mekan İçleri'nde, hatta son filmlerinden Maç Sayısı'nda olduğu kadar yarı komedi filmlerinde de insanın karanlığını deşer, şans ve kader arasındaki görünmez saydam duvarı göstermeye çalışır. Allen, Bergman'ın neredeyse ta kendisidir ve bunu asla inkar etmemiştir. Evet, Princeton'da o kış ve bahar boyu tüm yapıtlarını izlediğim ikinci usta oydu, Allen!
İnsan Tanrı'nın karşısında çaresizdir. Onunla bir tek yaratarak başa çıkabilir. Yaratısının gücü ölçüsünde Tanrı'laşır. Bergman bir Tanrı'ydı. Tanrı'lar kadar yalnız ve yaratıcıydı. İnsanla bu ölçüde uğraşması bu nedenleydi. Tanrı gibi onu yarattı ve yargıladı. Öldü!
Hayat şimdi biraz daha ıssız!