Kimilerine göre İslam coğrafyasındaki çatışma ve savaş alanları, mezhep savaşlarının başladığı izlenimini veriyor. Birileri de buradan hareketle yeni çatışmalara kapı aralamak istiyor. Evet, mezhep çatışmaları yaşanıyor ama bunların sebebi çoğunlukla İslam veya mezhepler değil, güç ve nüfuz mücadelesi. Mevcut gerilimlerin temelinde inanç ve tarihten ziyade kimlik siyaseti ve çıkar çatışması yatıyor.
Suriye'den Irak'a; Bahreyn'den Lübnan'a kadar Müslümanlar pek çok zorluklarla karşı karşıya. Bu zorlukların içinde yoksulluk, ekonomik sıkıntılar, baskı ve zorbalık, kötü yönetim, otorite boşluğu ve vekalet savaşları var. Kimlik siyaseti ve çıkar mücadelesi, bu meselelerin ardında yatan sorunları göz ardı edip, sıradan siyasi ve sosyo-ekonomik meseleleri bir mezhep savaşına dönüştürüyor.
Örneğin Lübnan'daki Sünni-Şii gerginliğinin sebebi mezhep kimliklerinden çok bir iktidar ve nüfuz mücadelesi. Aynı şekilde Suriye'de beş yıldır devam eden savaş, bir Sünni-Şii yahut Nusayri savaşı olmaktan ziyade Suriye'nin geleceğini kimin belirleyeceğine dair bir mücadele.
Mezhep değil, güç ve nüfuz savaşları
16'ıncı ve 17'inci yüzyıllarda Avrupa'da Katolikler ve Protestanlar arasında uzun süre devam eden ve son derece kanlı "din (mezhep) savaşları" yaşandı. Bu savaşlar da en az dini yahut mezhebi kimlik mücadelesi kadar güç ve iktidar mücadelesinin bir parçasıydı. Aynı şekilde, bugün İslam dünyasındaki mezhebi gerilimlerin sebeplerini tarihsel Sünni-Şii ayrışmasının ötesinde başka yerlerde aramak gerekiyor. Sünni-Şii ihtilafının köklerinin Hz. Peygamber'in ardından ilk halifenin kim olacağı konusunda ortaya çıktığını biliyoruz. Sünni geleneğe göre, ilk halife Hz. Ebu Bekir'dir zira sahabenin istişare ve mutabakatı sonucunda seçilerek halife ilan edilmiştir. Şii gelenek ise Hz. Ali'nin ilk halife olması gerektiğini savunur. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan diğer meselelerle beraber hilafet konusu İslam geleneğinde Sünni ve Şia olarak iki ana damarın oluşmasının temel sebeplerinden birisidir.
Fakat Ehl-i Sünnet ve Şia, aynı zamanda İslam inancının ve medeniyetinin ana esaslarını da tarih boyunca birlikte inşa etmişlerdir. Hukuk, felsefe, bilim, sanat ve tasavvuf alanlarında tevhid inancını ve eşref-i mahlukat olarak insan onurunu merkeze alan yaklaşımlar geliştirmişlerdir. İmam Cafer-i Sadık'tan İmam Ebu Hanife'ye; İbn-i Sina'dan Nasırüddîn Tûsî'ye; İmam Gazali'den Sadreddin Şirazi'ye kadar Şii ve Sünni geleneğin önde gelen âlim ve düşünürleri, İslam medeniyetinin temel taşlarını birlikte oluşturmuşlardır.
Bugün mezhepler tarihine çatışma ve ayrışma değil uzlaşı ve birlik zaviyesinden bakmamız gerekiyor. Müslüman âlimler ve aydınlar, İslam tarihini okurken kapsayıcı ve kucaklayıcı bir bakış açısı sunmak zorundalar. Gelenek ile modernite, tarih ile kimlik, inanç ile çatışma arasında gerilimler yaşayan Müslüman kitlelere bu şekilde önemli hizmetler sunabilirler.
Filhakika, bugün mezhep çatışması diye gündeme gelen meselelerin çoğunun arkasında modern kimlik siyaseti ve ulus devlet çıkarları var. Diğer ulus devletler gibi, pek çok Müslüman ulus devlet de kendi çıkarlarına hizmet edecek siyasalar geliştiriyor ve mezhebi ve etnik kimlikler bu amaçlar doğrultusunda araçsallaştırılıyor.
Ulus devletin çıkarları ile kimlik siyaseti bir araya geldiğinde, makul bir vasatta tutulması gereken mezhep tartışmaları da ayrıştırıcı ve çatışmacı bir hal alıyor.
Savaşlar, dağılmış devletler ve zayıf hükümetler dini, mezhebi veya etnik kimliği ne olursa olsun bütün toplumlara ağır sosyal ve psikolojik bedeller ödetiyor. Mamafih, siyasi sistemleri ve projeleri çöken devletler ve örgütler, bu siyasi başarısızlığı mezhep çatışmasına bağlayıp, kendilerine bir meşruiyet zemini oluşturmak istiyorlar.
Bugün İslam dünyasında mezhep geriliminin en yoğun yaşandığı yerlerin Suriye, Irak ve Yemen gibi savaşın kol kezdiği ve zayıf devlet yapılarının bulunduğu yerler olması bir tesadüf değil. Suriye'deki iç savaşı, Yemen'deki mücadeleyi, Irak'taki zayıf hükümet yapısını ve Libya, Afganistan, Mali ve Nijerya'daki merkezi otorite boşluğunu fırsat bilen DAİŞ ve el-Kaide gibi terör örgütleri ve aşırılıkçı milis gruplar bu durumdan istifade ederek yeni mezhep ve kimlik çatışmalarını körüklüyorlar. Bazı bağnazlar ve fanatikler gerçekten Ehl-i Sünnet veya Şii İmamlar adına savaştığını zannediyor olabilir. Fakat hakikat şu ki bu savaşlar, Şiiliğin ve Sünniliğin arkasına sığınılarak dünyevi güç ve nüfuz elde edilmek için yapılıyor.
İhtilaf var, ne yapalım diyenlere…
Yukarıda da arz ettiğim gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet arasında tarihsel farklılıklar var; bunları yok sayamayız. Fakat Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki görüş farklılıklarını maksimize edip 21'inci yüzyılda yeni savaşlar çıkartmak için bahane olarak kullanmak da makul bir hareket tarzı olamaz. Bunun ne Sünniliğe ne de Şiiliğe bir faydası olabilir.
Bu noktada iki yol izlemek gerekiyor. Öncelikle İslam âlimleri, entelektüelleri, dini otoriteleri ve kanaat önderleri husumet ve çatışma fikrinden kaçınıp, barış ve uzlaşmanın yollarını aramalı. Tıpkı 8. Yüzyılda İmam Ebu Hanife (ö. 767) ile İmam Cafer-i Sadık'ın (ö. 765) karşılıklı sohbet edip birbirlerinden ilim öğrenmeleri gibi bugünün ilim ve fikir önderleri de ilmi ve fikri istişare ve uzlaşı ortamı oluşturmak için gayret göstermek zorunda. Sünni ve Şii toplum liderleri en büyük felaketler karşısında bile itidalden ayrılmamalı ve hangi taraftan gelirse gelsin şiddet ve aşırılığa prim vermemelidir.
İkinci olarak, Müslüman ülkelerdeki savaşların, iflas etmiş devletlerin ve zayıf devlet yapılarının ürettiği siyasi ve sosyal maliyet masaya yatırılmalı ve şiddet yanlısı aşırılıkçı grupların sıradan vatandaşların mağduriyetlerini istismar etmesinin önüne geçilmelidir. Kaotik siyasi ortamların derinleştirdiği ihtilafları etnik ve mezhebi çatışma gerekçesi olarak kullanmak en sık başvurulan yöntemlerden biridir. Bunun önüne geçilmeli ve sorunun kaynağının adalet ve düzen üretemeyen siyaset olduğu görülmelidir.
Bunu yapmak için kararlı bir siyasi liderlik ve hikmetli devlet adamlığı gerektirir. Suriye ve Yemen'deki savaş, Irak ve Afganistan gibi ülkelerde devam eden güvensizlik ortamı, istikrarsızlığın ve yıkımın kaynağı olmaya devam edecek görünüyor. Bu durum sürdüğü müddetçe, fırsatçı ve aşırılıkçı gruplar da kendi çıkarları için mezhep çatışmalarını körüklemeye devam edecektir.
İmam Beyhakî'nin naklettiği bir hadise göre Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Size Kur'an'dan kesin bir hüküm geldiği vakit, ona itaat edin. Eğer bu hüküm Kur'an'da yoksa benim Sünnetimdendir. Eğer Sünnetimde yoksa ashabıma bakınız. Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Hangisini takip ederseniz, doğruyu bulursunuz. Ashabımın ihtilafı sizin için rahmettir". Son cümle bazen, "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" diye de rivayet edilir. Senedi üzerindeki tartışmaları bir kenara bırakırsak bu hadis, açık ve net bir şekilde bugünün Müslümanlarına sesleniyor … Buradaki hikmetten yola çıkarak, Sünniler ve Şiiler arasındaki görüş ayrılıklarının bizi bölen ve çatıştıran değil, güçlendiren ve zenginleştiren unsurlar olduğu bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor.