İnsanlığın önderi Hz. Muhammed (sav) Mekke'deki en zor günlerini yaşıyordu. Arkadaşları tarifsiz bir işkence altındaydı. Mekke sanki bir çember olmuş, peygamberimizi her taraftan daraltıyordu. Sıcacık kumlara yatırılmış Hz. Bilal'in, Hz. Ammar'ın, Hz. Zinnire'nin ve Hz. Fukayha'nın iniltileri, gecenin ninnisi haline gelmişti. Geceyi yırtan bu çığlıkları, çocuklar annelerine soruyorlardı ne bu ses, diye: Mekke'nin putperest kadınları sessizce ve derin bir acı içinde "Sus ve uyu" diyebiliyorlardı evlatlarına. Hz. Bilal'le beraber Mekke'nin çocukları da "ahad ahad" Allah bir, Allah bir diyorlardı. Hoşlarına gidiyordu bu söz, anlamını anlamasalar bile. Üç yıl boyunca 'Ebu Talip' isimli vadiye hapsedilmiş Hz. Peygamber ve arkadaşları çoğu kez yiyecek ekmek bulamıyorlardı. İlk müminlerin çocukları açlıktan ölüyorlardı. Anneler kadar, babalar da çaresiz. Bu vicdansız ve ölçüsüz ambargo sabırları tüketiyordu. Hz. Peygamber'in yaşlı gözleri sürekli duaların merkezi olan göğe dönüyordu.Bir çıkış yok muydu acep. Bir kapı yok mu acep.
Bir gün Ebu Talib vefat etti. Seksen yaşındaki peygamberin amcası, yeğenini halden anlamayan Mekke'nin müşrik aristokratlarıyla baş başa bırakıp derin bir sessizliğe büründü. Ebu Talip iman etmedi, diyor İslam âlimleri -gerçeği ancak kalplerin Rabbi bilir- ama, o Resul'un arkasında tam bir kalkandı, tam bir zırhtı. Muhammed'e bir şey olursa Mekke'de taş üzerine taş bırakmam demişti. Ürkütmüştü, Mekke'nin diktatörlerini. Allah'ın Resulü (sav) daha amcasının vefat vurgununu aşamadan, eşi Hz. Hatice'nin vefatı ile derinden sarsıldı. O, vefalı eşini hiç unutmadı. Yıllar sonra Hazreti Aişe (R.A) biraz da kıskançlık hissi ile olsa gerek: "Sen o yaşlı, dişleri dökülmüş, kadında ne buldun" diye sorduğunda. Allah'ın Peygamberi (sav) "Sus Aişe! Kimse yok iken o vardı. Bütün varlığı ile, malıyla, gücüyle o vardı. Herkes beni terk ettiğinde o vardı. Evet Aişe "Hep Hatice diyeceğim ölünceye kadar hep Hatice!" Hz. Aişe, ondan sonra bir daha Hz. Hatice'yi yanlış cümlelerle anmayacaktı.
Hazreti Resul (sav) kendisinden 15 yaş büyük olan Hatice'sini yitirdiğinde derin bir sessizliğe büründü. İşte o anlar, diktatörlerin tufan gibi Peygamberimize yüklendikleri anlardı.
Onu Mekke'de istemiyorlardı. Nereye gidebilirdi ki. Gidecek, varacak yer yoktu ki! Mağdur dostlarından başka çalınacak kapı da kalmamıştı.
Bir gün yanına evlatlığı gibi gördüğü Hz. Zeyd'i aldı ve Taif'e gitti. Belki Taif'te İslam'a gönül verecek, kulak kabartacak insaflı birilerini bulurum diyordu. Orada bir ay kaldı. Çalıştı. Çabaladı. Her ortamda tevhidi anlattı. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmeyeceğini, kadının onuruyla insan olduğunu, köle ticaretinin arutanç- olduğunu anlattı. Kan davalarından, hayvanlara eziyet etmekten, onları canlı hedef tahtası yapmayacaklarından bahsetti. O, despotizm ve şirk üzerine kurulu düzeni, çirkin ve vicdansız çarkı, gelenekleşmiş tabuları sarstıkça patronların, emek hırsızlarının, zalim diktatörlerin sabrı zorlandı.
Bir gün Taif'in çocuklarına ve serserilerine taş verip "Şu deliyi taşlayın" dediler. Ona deli diyorlardı. Hiç şüphesiz, iman ettiğinize delicesine iman etmeden delice sevmeden baş koyamazdınız ki. Öylesine sevecek, öylesine fedakâr olacak, öylesine serden geçeceksiniz ki deli diyecekler. Ve taşladılar. O, hiç beddua etmedi. Nefret etmedi. Sadece koşarcasına Taif'i terk etmeye çabaladı. Taş atan çocuklara ne kadar da sevgi ile bakıyordu. Hz. Zeyd O'nun etrafında dönüyordu, O'na değecek taşlara başını uzatmaya çabalıyordu. Bazen diyorum kendi kendime. Keşke Taif'te olsaydım. Keşke o gün, orada bir dev olsaydım, O'na değecek taşlara bir siper olsaydım. Keşke Taif'te çocukların ellerindeki bir taş olsaydım. Çocukların ellerine yapışıp kalan, beni O'nun yüzüne değil, ayaklarının altına atın diyen bir taş olsaydım. Taif şehrini hatırlayınca kendi kendime böyle mırıldanırım.
Nihayet Taif'in dışındaki bağların oraya gelince oturdu. Yüzünde sızmış kan damlaları vardı. Hz. Zeyd ağlayarak yüzünü siliyordu. Dudakları çatlamıştı. Serseri taşların yaraladığı, morarttığı vücudu yorgundu. Nefeslendi. Duraksadı. Derinlere daldı. Çok derinlere. Gözünün önüne Ebu Talip geldi, Haticesi (Ra) geldi. Mekke'de öldürülen ilk kadın şehit Hz. Sümeyye, ihtiyar şehid Hz. Yasir geldi. Gözlerinden bir damla yaş, güzelim sakalına doğru indi. Orada öylece kaldı. Dağları idare eden melekler yanına indiler. Dediler ki, şayet diliyorsan şu Taif'i saran dağları yürütelim. Taif'i dağların altına alalım. Peygamber taşlamanın bedeli ağırdı çünkü. Hayır dedi şiddetle. Siz aradan çekilin. Rabbımla beni baş başa bırakın dercesine. Sonra semaya doğru avuçlarını açtı şöyle dua etti: "Allah'ım gücümün zayıflığını, takatimin ağırlığını, insanlar arasında horlanmamı sana şikâyet ederim. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Sen zayıfların rabbısın. Sen benim rabbımsın. Beni kime havale ediyorsun. Uzakta olup bana hücum edene mi, yahut işlerimi kendisinin eline verdiğin düşmana mı. Eğer sen bana gazaplanmamışsan gerisine aldırmam. Sen benden razı oluncaya kadar eşiğine yüz sürmeye razıyım."
İşte o günlerdi iyice yalnızlaştığı, iyice horlandığı günlerdi. Bir gece evinde - veya Kâbe'de - iken Cebrail yanına indi. Ey Allahın Resulü davet var gidiyoruz dedi, sordu: Nereye! Sema'ya. Daha ötesine. Ötelerin ötesine. O'nu Mekke'den Kudüs'e götüren Cebrail: Kudüs'ten de semaya doğru yükseltti. Bu muhteşem bir kabul ve muhteşem bir yolculuktu. Ev sahibi Yüceler yücesi Allah, yolcu da Hz. Peygamber'se varın siz düşünün. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş bir şerefti. Rabbim, peygamberini teselli ediyordu. Sen sakın terk edildiğini, sahipsiz olduğunu sanma. Bak etinle ruhunla seni en yücelere alıyorum. Orada olağan üstü manzaralar göreceksin. Öyle de oldu. O'na orada cennet ve cehennem, mahşerden dehşet veren kesintiler, merhamete dair sınırsız affı temsil eden sahneler gösterildi. İtibar ma seyekun-olacak olana dair manzaraları, Rabbim O'na görsün diye gösterdi. Görsün ki, döndüğünde anlatsın. Hz. İbrahim'in dirilen kuş ölülerini gözleriyle gördüğü gibi.
Kaderin yazıldığını kalemin sesini duydu. Öyle bir yere geldiler ki: Cebrail orada duraksadı. Hz. Peygamber, yürümeyecek misin ey Cebrail, dediğinde: "Senin dışındaki biz yaratılmışların sınırı burada. Buradan bir adım geçersem yanarım diyordu. Allah'ın Resulü geçiyordu. Sonra neler oldu orada: bilmem nasıl tarif edilse. Doğrusu bu noktadan sonra kalem ve defter edeple geri çekilir. Daha bana dokunma dercesine. Dil, göz ve kalem derin bir sessizliğe bürünür... O gece namaz emrini aldı. Mü'minlerin cehennemde ebedi kalmama müjdesini aldı. Büyük peygamberlerin ruhaniyeti ile görüştü. Götürüldüğü gibi geri getirildi. Ertesi gün bunu ilan ettiğinde, Mekke'de kasırgalar esti. Yer yerinden oynadı... Şimdi dünyadaki bütün müminler büyük huzura davet edilen peygamberlerini hatırlıyorlar. Hasretle ve içten içe büyüyen vuslat aşkıyla. Göklere çağrılan göğün davetçisine sonsuz salat ve selam olsun.
NOT: Miraç Kandili dolayısıyla 28 Haziran Salı gecesi saat 23.00'ten sonra atv'de canlı yayındayım. O gece sizi, beraberce amin demek, soruların cevabını bulmak için ekran başına bekliyorum.