İnsanı kazanmak ve affetmek. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? İnsanı köşede unutmamak. Ona, sen önemlisin demek. Benden emin ol, sana zararım dokunmayacak diyebilmek. İnsanları kazanmanın yolu, affedici ve toleranslı olabilmektir. Onların bazı kusurlarını görmemektir. En acımasız, en bağnaz düşmanlarınızı bile tevazunuzla dost edinirsiniz.
İslam'ı anlamamızda modelimiz olan Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dönemindeki yüzlerce kişinin yaşadıkları dönüşüm, bu konuda bize bir örneklik oluşturabilir. Bu yazımda bunlardan ikisinden bahsetmek istiyorum.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) döneminde en etkili münafık Abdullah bin Ubeyy'di. Ona münafıkların başı denirdi. Düşmanlıkta, bozgunculukta sınırları zorluyordu. Sürekli Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanındaydı ama iman etmek için değil, fitneye gedik bulmak için. Hikâyesi hayli uzundur. İleride uzunca yazarım. Ama bugün özel bir halinden bahsedeceğim. Abdullah bin Ubeyy bir gün ölüm döşeğine uzanır. Ölmeden önce de Peygamberimizin gömleğini ister. Beni bu gömlekle kefenleyip gömün. Peygamberin tenine dokunan gömleğini bana giydirin beni böyle gömün, belki bu gömleğin hatırına Allah beni affeder. Böyle der. Çünkü o, bütün düşmanlık ve hazımsızlığına rağmen Hz. Peygamber'in Allah'ın resulü olduğunu biliyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün arkadaşlarının itirazına rağmen gömleğini Abdullah bin Ubeyy'e göndermek ister. Neticede Abdullah'ı gömerler. Bundan sonra insanları derinden sarsan bir gelişme meydana gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) gömülen bu meşhur münafığın -azılı düşmanın- mezarına gelir. Ve mezarının kazılmasını emreder. Mezar kazılır. Hz. Peygamber mezardan çıkarttığı Abdullah bin Ubeyy'i kendi dizinin üzerine yatırır. Sonra kendi gömleğini sırtından çıkarıp ölmüş olan Abdullah'a giydirir. Cesedin üzerine eğilir ve yüzüne doğru üfürür. (Buhari, hadis: 1285) sonra da başını kaldırır ve şöyle sorar: "Yok mu bu adamın bir iyiliği, yok mu bu adam hakkında iyi bir şeyler söyleyecek biri." Sonra da gömülmesini emreder.
Bu olay Medine'yi derinden etkiler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatı boyunca kendisini yok etmeye çalışmış, fitneye endekslemiş bir azılı düşmanına yapıyor bu iyiliği, bu jesti. Onu mezardan çıkartıyor, ona gömleğini giydiriyor, konuşur gibi üzerine üfürüyor ve yok mu bu adamın bir iyiliği diye etrafa soruyor. Sonra da mezarına gömdürüyor. İnsanların birbirini diri diri toprağa gömmeye çalıştığı bir dünyada, gömülmüş bir düşmanını topraktan çıkarıp ona iyilik yapmak ve belki Allah üzerindeki azabı biraz olsun hafifletsin diye ümit etmek.
İkinci örnek Ka'b bin Züheyr'dir. Şair bir babanın oğlu olan Ka'b; Hz. Peygamber'in (s.a.v.) aleyhinde ağır şiirler yazar, onu hicvederdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) Ka'b'ın bütün saldırılarından haberdardı. Zaman geçtikçe söylediği sözlerin yanlışlığını anlayan Ka'b vicdan azabı duymaya başladı. Öyle ya; insafsızca saldırdığı Peygamber en azgın düşmanlarını bile affediyor, bir okyanus gibi cömertçe davranıyor. Onu öldürmeye, yok etmeye gidenler birer mümin olarak dönebiliyorlardı. Önemli olan bu değil miydi? Seni öldürmeye gelenler sende dirilebiliyorsa, dün sana düşman olanlar yanında olabiliyorsa, sen doğru yola girmişsin demektir.
Ka'b'ın kardeşi olan Büceyr bir gün kendisine, Peygamber'e git ve O'na teslim ol, bundan başka yol yoktur der. Gitmezsen kendi kendini helak edersin. Geleceğin yok olur, zira Muhammed'e ( s.a.v.) karşı gelenler birer birer dökülüyorlar der. Ka'b uzun süre düşünür ve Medine'ye gitmeye karar verir.
Ka'b bir sabah namazı vakti Medine'ye vardı. Doğrudan doğruya mescide girdi. Mescidde bulunanlardan hiçbiri Ka'b'ı tanımıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) de Ka'b'ı tanımıyordu. Ka'b doğruca Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanına gitti, diz çöktü ve elini Hz. Resul'ün elinin üzerine koydu. Hz. Peygamber (s.a.v.) başını kaldırıp bu yabancıya şefkatle baktı. Ka'b şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi ben Ka'b bin Züheyr'im. Senin aleyhinde şiirler yazan Ka'bım ben. İşte şimdi huzurundayım. Yanına gelmişim. Tevbe etmiş bir Müslüman olarak huzurundayım. Senden eman -af ve güvence- dilemekteyim. Sen bu şairin dileğini kabul eder misin." Ka'b'ın adını duyan cemaatten biri yerinden hızla kalkıp elini kılıcına attı ve "Ey Allah'ın Resulü! Size ve ailenize saldıran bu edepsizin cezasını şuracıkta vereyim. Müsaade buyurun." dese de Hz. Peygamber (s.a.v.) sakin bir şekilde; "Hayır, Ona dokunmayacaksınız çünkü o tövbe eden bir Müslüman olarak yanımıza gelmiştir. Onu eski hal ve hareketlerinden sorgulamayın" buyurdu.
Denir ki Ka'b oracıkta Hz. Peygamber'e (s.a.v.) yazdığı ve "Kaside-i Bürde" adıyla meşhur kasidesini okur. Hz. Peygamber (s.a.v.) Ka'b'ın yüreği İslam'a daha da ısınsın ve Müslümanlar onunla tam kucaklaşsın diye hırkasını çıkarır ve Ka'b bin Züheyr'e hediye eder.
Bazen bir cübbe, bazen bir hırka iletişimin, affın, sevginin, düşmanlıkların örtülmesinin bir vesilesi olur. Bazen bir tebessüm, bazen bir el teması, bazen tatlı bir söz, bazen bir lokma ekmek en bağnaz insanın kalbini kazanmaya vesile olur.
Bizler Müslümanlığı namaz, oruç, zekât veya hacdan ibaret sayıyoruz. Müslüman olmanın gereğidir elbette bütün bu saydıklarım. Ama ya ihmal ettiklerimiz. Ya kırdığımız kalpler, ya aldığımız beddualar, ya yediğimiz kul hakları hiç mi önemli değil. Hz. Peygamber (s.a.v.) Müslümanı "diliyle ve eliyle başkasına eziyet etmeyendir" diye tanımlamamış mıdır? Elinle ve dilinle incitmeyeceksin. Hatta bir adım ötesine de geçeceksin: Kalbinle de kırmayacaksın. Kalbinde de küçümsemeyeceksin, hor görmeyecek, ötekileştirmeyeceksin. Kendini Kafdağı'nda görmeyeceksin. Bilmen lazım ki en hor ve küçük gördüğün de nihayet deden Hz. Adem'in ve nenen Hz. Havva'nın sana emanetidir.