On dokuzuncu asır romantik milliyetçi-sosyalist söylem ve yüz yıl öncesinin toprak temelli Stalinist "ulusal çözüm" yaklaşımlarını yeniden üreten bir siyasal hareketin özerklik ilânları ve bunları "devrimci şehir savaşı" ile savunmaya karar vermesi otuz yılı aşkın bir sürede on binlerce hayata mâl olan bir çatışmanın yeni bir evreye girmesine neden olmuştur.
Küresel aktörlerin de katıldığı amansız bölgesel mücadelenin de derinden etkilediği bu gelişmenin önemli neticelerinden birisi ise kökleri Cumhuriyet öncesine giden bir "sorun"un yeniden jeopolitik, güvenlik ve askerî strateji merkezli yaklaşımlarla değerlendirilmeye başlanması olmuştur.
Bu açıdan değerlendirildiğinde "hendek siyaseti"nin tarihî bir sorunun diğer boyutlarından soyutlanarak yeniden "güvenlik" meselesine indirgenmesinde önemli rol oynadığı belirtilebilir.
Buna karşılık Türkiye'nin "hendek savaşı" siyaseti paradigmalarının "ötesi"ne geçerek sorunu "güvenlik" boyutu dışında da ele alabilmesi gereklidir. Türkiye'nin ufku "hendeği kapatmak" ile sınırlı olmamalı, onun "ötesine" geçmek hedeflenmelidir.
Güvenlik ve çatışma
Tanzimat sonrası merkezîleşme siyasetleri ile ivme kazanan, Bedirhan Bey isyanı sonrasında merkezle uyumlu yeni yerel seçkinler yaratılması ve bunun akabinde gelişen proto- milliyetçilik ile boyut değiştiren, Ermeni siyasal eylemciliğinden de fazlasıyla etkilenen "Kürt Sorunu"na, değişik dönemlerde, doğurduğu çatışma nedeniyle bu temelde, yâni bir "güvenlik" meselesi olarak yaklaşılmıştır. Bilhassa Cumhuriyet sonrasında konu bir "asayiş meselesi" biçiminde değerlendirilmiştir.
Ancak sorununun yeniden "güvenlik" boyutuna indirgenmesi anlamlı değildir. Böylesi indirgemecilik söz konusu boyutta ilerleme kaydedilse bile "sorunun çözülemeyeceği" gerçeğinin de göz ardı edilmesine neden olabilmektedir.
Osmanlı geçmişimizden miras "Kürt Sorunu," kimliklerin belirlenmesinden merkeziyetçiliğin sınırlarına, farklı kültürlerin beraberce yaşamasından kendimizi nasıl tanımladığımıza uzanan bir alandaki etkileri nedeniyle sadece "Kürt vatandaşlarımıza" ait bir mesele de değildir.
Günümüzde yaşanan çatışmanın yoğunluğu, toplumu derinden etkileyen can kayıplarının yüksekliği bu gerçeği görmemize ve sorunu bir "etkisiz hale getirilme" istatistiğine dönüştürmemize neden olmamalıdır. Bu, şüphesiz sorunun "güvenlik" boyutunun bir kenara bırakılması anlamına gelmez. İçinde yaşanan konjonktürün bunu imkânsız kıldığı ortadadır. Buna karşılık meseleyi tüm yönleriyle ele alarak "çözümleme"ye çalışmak, sadece seslerini uzun yıllar boyunca sisteme duyurmaya çalışan Kürt vatandaşların taleplerinin değerlendirilmesini değil toplumun genel anlamda "demokratikleşmesi"ni de mümkün kılacaktır.
Talepler ve demokratikleşme
"Kürt Sorunu," son tahlilde, "kimlik" ve "farklılık" taleplerinin nasıl cevaplandırılacağında düğümlenmektedir. Dolayısıyla, uzun bir süreçte "kimlik"leri inkâr olunan, kültürel değerlerini dışlayan bir "ethnos"a aidiyet geliştirmeye zorlanan Kürt vatandaşların bu alandaki taleplerine yaşanan çatışma ve "güvenlik" endişesi nedeniyle kulak tıkamak sorunu "çözmeme" anlamına gelir.
Benzer şekilde meselenin tarım, esnaf kredileri ve alt yapı yatırımlarıyla hallolunabileceğini varsaymak (burada söylenilmeye çalışılan bu uygulamaların yararsız olduğu değildir) da indirgemeci paradigmanın değişik bir söylemle tekrarlanmasıdır.
Buna karşılık, yapılması gerekenin sadece "tanıma" olduğunu, sorunun bu yolla çözülebileceğini düşünmek de yanıltıcıdır. Cumhuriyet sonrası uygulanan kimlik siyasetleri, yarattıkları pek çok soruna ek olarak, değişik kimliklere aidiyet geliştirmenin toplumun geneli nezdinde "bahşedilen önemli bir taviz" olarak görülmesine yol açmıştır. "Yarı literati"miz ise bunu "Türk Sorunu" olarak kavramsallaştırmıştır.
Halbuki "Kürde Kürd denilebildiği," onların kamusal alana "kendileri" olarak girebildiği, değişik Osmanlı anâsırı gibi Kürtlerin de kültürel alanda faaliyet gösterebildiği dönemlerde de "sorun" çözülememiş, tersine daha çatışmacı karakter kazanmıştır.
Bu nedenle bahşedilen önemli bir taviz olarak algılanan "kimlik tanıması"nın ötesine geçerek "farklılık"ların ve değişik kültürel değerlerin içinde beraberce varolabildiği, "vatandaşlık temelli" bir "demos"un yaratılması gerekmektedir. Bunun demokratikleşmeye yapacağı katkı nedeniyle toplumun geri kalanının haklarına tecavüz etmek bir yana herkesin yararına olacağı ortadadır.
Böylesi bir demos tasavvurunun hayata geçirilebilmesi ise iki alanda kapsamlı girişimlerin yapılmasını gerekli kılmaktadır.
Hendeğin ötesinde
Bu alanlardan birincisi "etnik aidiyete kör" bir yasal sistem geliştirme ve bunun kâğıt üzerinde kalmayarak fiilen uygulanmasını sağlamaktır. Yeni anayasa başta olmak üzere yapılacak düzenlemeler, vatandaşlığın "etnik köken"den arındırıldığı bir "demos"un yasal alt yapısını hazırlamalıdır. Adem-i merkeziyetçiliğin artırılması ve yerel temsilin güçlendirilmesi ise bu "demos"un etnik kökenden bağımsız ancak yerel hassasiyetleri göz ardı etmeyen biçimde yönetimini mümkün kılacaktır.
Bunun yanı sıra, toplumun geneli de bunun bir "Türk Sorunu" anlamına gelmediği, anayasanın bir etnografi araştırması gibi "Kime Türk denir?" sualini cevaplandırmamasının, etnik köken temelli bir milliyetçiliğe "temel ilke" olarak atıfta bulunmamasının "Türklüğün aşağılanması" anlamına gelmediği ve dileyenin "milliyetçi" olmasını engellemeyeceği konusunda bilgilendirilmelidir.
Sıcak çatışmanın sürdüğü, can kayıplarının toplumu derinden sarstığı, on dokuzuncu asır milliyetçiliği ve Stalinist yaklaşımları araçsallaştıran bir yapının Kürt siyaseti üzerindeki hegemonyasını, aldığı darbelere karşılık devam ettirdiği bir ortamda böylesi girişimler için bir süre daha beklemenin gerekli olduğunu ileri sürmek anlamlı gözükebilir.
Ancak söz konusu "sorun"un çözümü, uzun süredir seslerini merkeze duyurmakta zorlanan, bu nedenle de onu "şiddet" yoluyla iletirken kendilerine de büyük zarar veren bir yapıyı desteklemekten vazgeçmeyen vatandaşlarımızın taleplerinin dinlenmesi ve cevaplanması ile mümkündür.
Tekrar vurgulamamız gerekirse bu "güvenlik" alanında taviz verilmesi anlamına gelmez. Türkiye "şiddet"i işlevselleştiren bu yapının eylemlerine meşru sınırlar dâhilinde kalarak, hukuk devleti ilkesinden taviz vermeden engel olmak zorundadır. Ama bunun ile fazlasıyla iç içe geçmiş gibi gözüken "Kürt Sorunu"nu birbirinden ayırmak ve ikincisinin çözümü için girişimleri başlatmak gereklidir. Bu atılımlar toplumun genelinin demokratikleşmesine de katkıda bulunacaktır.
Türkiye'nin kendisini "hendeğe sokanlar"ın oyununu bozabilmesi, "hendeğin ötesine" geçmekle mümkün olabilir.