Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Stratejik müttefik ile bölgesel rekabet yoğunlaşıyor

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın ziyareti, küresel ve bölgesel iki güç arasında yaşanan ayrılıkların üst seviyede dile getirilmesini sağladı. Bu gelişmenin de ortaya koyduğu gibi "stratejik müttefikler" arasındaki ilişki artık "farklılıkların kontrol altında tutulması" temelinde sürdürülebilmektedir. Bu ise uzun vâdedeki etkileri göz önüne alınması gereken bir sorundur.
Siyaset üretme
Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında "ittifak üzerinden dış siyaset yapma" konforunu yitirmiş, buna karşılık "hareket alanı genişliği"ne kavuşmuştur.
Küresel bir dönüşümden kaynaklanan bu gelişme dışında iki alanda yaşanan değişimler dış politika üretimini derinden etkilemiştir.
Bunlardan birincisi, görece demokratikleşme neticesinde dış siyaset tercihlerinin kamuoyu tartışılmasına açılması ve Soğuk Savaş döneminde var olmayan baskının gündeme gelmesidir. Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında "NATO müttefiki Fransa"yı destekleyebilen, İsrail ile önemli bir yakınlaşma yaşayabilen Türkiye, yeni dönemde benzer konularda kamuoyu baskısı altında kalabilmekte, dış siyaset yapımı sadece "stratejik çıkar"lara dayandırılamamaktadır.
Türkiye, ikinci olarak, ittifak üyesi değil "kendisi" olarak dış siyaset yapmaya başladığında Soğuk Savaş döneminde geliştirdiği iki önemli beklentinin sınırlarını öğrenmiştir.
Ankara, anılan zaman diliminde, Osmanlı geçmişinin ana mirasçısı olmasının kendisine Balkanlar, Kafkasya ve bilhassa Ortadoğu'da önemli bir alan açacağını düşünmüş, bunun yanı sıra Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında şekillenecek Türk Dünyası'nın doğal lideri durumuna geçeceğini varsaymıştır.
Bu beklentilerin "realpolitik"deki karşılıkları sınırlı olmuştur. Türkiye, Osmanlı geçmişinin Bosnalı Müslümanlar ve Filistinliler benzeri toplumlarla ilişkiler dışında araçsallaştırılabilecek bir "değer" değil, "Yeni Osmanlılık" kuşkusunu tetikleyebilecek bir "yük" olabildiğini tecrübe ile öğrenmiş, "Türk Dünyası" ise etkin bir yapıya dönüşmemiştir.
Beklentilerinin karşılanmamasına rağmen Türkiye bölgesel bir güç olarak stratejik çıkarlar ile ahlâkî boyutu güçlü dış siyaset yapımını bağdaştırmaya ve bunu kamuoyu tartışması altında geliştirmeye çalışmıştır.
Yeni dış siyaset, eskisinin tersine, belirli güvencelerle yapılan "durağan" bir üretim değil, sürekli biçimde değişen aktörlerle kamuoyu müdahalesi altında gerçekleştirilen, riski yüksek, "hareketli" bir yapım faaliyetidir.
Farklılaşan çıkarlar
Bu faaliyet gerçekleştirilirken Türkiye'nin bölgesel tasavvuru bilhassa Irak'ın işgali ve Arap Baharı sonrasında bağlı olduğu ittifakın lideri ile farklılaşmaya başlamıştır. Irak ile Suriye'nin geleceği konusunda farklı projeler geliştiren iki ülke, İsrail Mısır benzeri bölge aktörleriyle ilişkiler konusunda da uzlaştırılması güç yaklaşımları sahiplenmektedir.
Bu açıdan bakıldığında günümüzün Türkiye -ABD "ittifak"ı, Osmanlı -Büyük Britanya ilişkisinin 1856 sonrasında aldığı şekli andırmaktadır. William Pitt the Younger döneminde temelleri atılan, Tanzimat sonrasında gelişen ve Kırım Savaşı ile askerî işbirliğine dönüşen bu ilişki, İngiltere'nin Ortadoğu ve Güneydoğu Avrupa tasavvurlarının farklılaşması neticesinde bölgesel rekabete dönüşmüştür.
Müslüman bir güç ile ortak hareketi Britanya kamuoyuna kabûl ettirmenin güçlüğü ilişkiyi daha da zorlaştırmış, ilerleyen yıllarda Osmanlı Devleti'nin Panislâmizm siyaseti aracılığıyla "İslâm dünyasını Büyük Devletler'e karşı kışkırttığı" suçlamaları işbirliğini gerginliğe tahvil etmiştir.
1876 Tersane Konferansı'nda Kont Ignatiev ile birleşerek Osmanlı devletini Rusya karşısında yalnız başına bırakan Lord Salisbury, 1897'de Büyük Britanya'nın "Doğu'daki çıkarlarının merkezinin İstanbul değil Kahire olduğu"nu ilân etmiştir. İngiltere'nin bölgedeki değişik aktörler ile şiddetli Osmanlı itirazlarına rağmen kurduğu ilişkiler, onlara sağladığı koruma ve askerî yardım, Kuveyt Krizi ve Nevâhi-i Tis'a anlaşmazlığı benzeri sorunları patlama noktasına getirmiş, "dostlar arasında çatışma" güçlükle önlenebilmiştir.
Osmanlı hükûmetine Hıristiyan vatandaşları lehine "reformlar" yapması, otonomi vermesi için baskı uygulayan, Arap yarımadasında Osmanlı ile çatışan bölgesel aktörlerle gizli anlaşmalar imzalayan, İstanbul'u Batı karşıtı "Müslüman fanatizmi"nin mimarı olarak görerek onun ikinci plana itildiği bir Ortadoğu'yu şekillendirmek isteyen İngiltere ile görünürdeki "dostluk" ve "koruyuculuk" ilişkisi gergin bir rekabete dönüşmüştür.
Günümüzde ABD ile olan ilişki de benzer bir sarmala girmiş durumdadır. ABD Türkiye'den demokratikleşme konusunda yeni hamleler beklemekte, onun "terörist" olarak dışladığı bölgesel aktörlerle güçlü ilişkiler kurmakta, Ankara'yı en yumuşak yorumla "DAİŞ ile yeterince mücadele etmemek" ile itham etmekte, farklı bir Ortadoğu tasavvuru geliştirmekte, bu nedenlerle de kâğıt üzerindeki "stratejik ittifak" güçlü bir rekabete dönüşmektedir.

İşbirliğini yönetmek

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye'nin Soğuk Savaş sonrasında başlayan ve günümüzde derinleşen temel sorunu, bölgesel tasavvuru kendisininki ile ciddî biçimde çatışmaya başlayan ABD ile "ilişkisini / ittifakını" yönetmektir.
Osmanlı tarihinin de ortaya koyduğu gibi çok kutuplu denge içinde ve ittifakların hızla değiştiği süreçlerde, tüm kartları elinde tutmak ve dilediğince değiştirmek isteyen küresel güçlerle ilişkiyi yönetmek fazlasıyla zor olmaktadır. Bunun alternatifi Panjdeh Krizi sonrasında II. Abdülhamid'in yönelmek zorunda kaldığı "silahlı tarafsızlık"tır; ancak bu siyasetin taşıdığı yüksek risk ortadadır.
Osmanlı tarihi, bilhassa 1907 İngiliz-Rus antantı sonrasında "silahlı tarafsızlık" çerçevesinde bölgesel güç olarak siyaset yapmanın sakıncalarını ortaya koymuştur. Türkiye 1922 sonrasında da kendisini benzer bir pozisyonda bulacaktır. Ancak iki savaş arası dönem koşullarında sürdürülebilen "silahlı tarafsızlık"ın günümüzde uygulanabilmesi imkânsızdır.
Bu nedenle ABD ile işbirliğinin "yönetilebilir" düzeyde tutulması için elden gelen gayretin gösterilmesi anlamlıdır. Ancak ilişkinin "geleceği" için iki tarafın "Ortadoğu tasavvurları"nın yakınlaşması zorunludur. Bu yapılamadığı sürece içine girilen sarmal bir noktada ilişkinin idaresini imkânsız kılabilecektir.
Unutulmaması gereken uzun süreli rekabet ve kriz yönetimi sonrasında ilişkilerin eski şekline döndürülmesinin güçleşmesidir. Kullandığımız örnek yardımıyla açıklamaya çalışırsak, iki ülke arasındaki tüm sorunları çözme iddiasındaki Anglo- Turkish Convention 5 Haziran 1914'te onaylandığında, İstanbul'da "işbirliğinde eski günlere dönüş" beklentileri filizlenmişti. Ancak "kriz yönetimi"nin "uzunluğu"nun yarattığı güvensizlik ortamı, Temmuz Krizi sonrasında tarafların karşıt saflarda yer almaları neticesini doğuracaktı...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA