Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Düşünceyi eleştirelim ama ifade özgürlüğünü koruyalım

Türkiye terörle mücadelesini insan hakları ihlâllerinden kaçınarak ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hürriyetlere sınırlama getirmeden yapmak zorundadır

Bini aşkın öğretim elemanı tarafından imzalanan "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri, kendisini takiben üç yeni metnin yayınlanmasına neden oldu. İlk açıklamayı destekleyen dört maddelik ikinci bildiriden sonra kaleme alınarak Türkiye ve yurt dışında çalışan öğretim üyeleri tarafından imzalanan iki metin konunun ifade ve akademik özgürlük boyutları üzerinde yoğunlaştı.

Siyasal ve düşünsel eleştiri
"Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri, konuya sadece "devlet şiddeti" bağlamında yaklaşması ve "Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikası" benzeri ifadelerle çizdiği "planlanmış kırım icra eden siyasî otorite" tablosu nedeniyle fazlasıyla sorunlu bir metindir.
Savunulması mümkün olmayan insan hakları ihlâlleri ile planlanmış kırımı özdeşleştiren bu metin, toplumumuzda yaygın "siyasal şiddet meşrulaştırması" ile devletin "organize suç işleme merkezi" biçiminde kavramsallaştırılması eğilimine verilebilecek çarpıcı örneklerden birisidir.
Türkiye'de siyasal şiddet meşrulaştırması, "sol" siyasetin, otoriteye karşı şiddet kullanımının efsâneleştirildiği bir folk kültürünü, Frantz Fanon'un adını Enternasyonal marşının ilk dizesinden alan kitabı Les Damnés de la Terre'de ileri sürdüğü fikirler, Sartre'ın bu çalışmaya yazdığı önsözdeki tezler ve Herbert Marcuse'ün düşünceleri benzeri yaklaşımlarla harmanlaması nedeniyle pek çok topluma kıyasla daha yaygındır. Kendilerini Fanon ve Sartre'ın yazımındaki Cezayirliler biçiminde kavramsallaştıran kimlik siyaseti odakları ise bu meşrulaştırmayı işlevselleştirmektedir.
Benzer şekilde resmî kurumların yasa dışına çıkışı hikmet-i hükûmet zemininde meşrulaştırmakla kalmayıp bunu olağanlaştırarak âdeta "örfî hukuk" haline getirdikleri yakın geçmişimiz, "devlet" hakkında son derece olumsuz kavramsallaştırmalar yapılmasına neden olmaktadır. Bu çerçevede "devlet"in kendisi ve ajanları değişmeyen, tekil bir "özne" kimliğinde, sürekli biçimde "katliam planladığı" ve "suç işleme"nin onun sine qua non niteliği olduğu varsayılmaktadır.
Şiddeti araçsallaştırarak, siyasal ideallerini Türkiye ile sınırlı olmayan bir coğrafyada gerçekleştirmek isteyen bir hareket ve onun eylemleri ortada yokmuşcasına devletin planlı etnik temizlik yaptığını böylesi varsayımlara dayanarak savunmanın sakatlığı ortadadır.
Söz konusu hareketin uyguladığı şiddeti, birinci bildiriyi savunmak amacıyla kaleme alınan ikinci metinde dile getirildiği gibi abartılı tarihî determinizm çerçevesinde ve "imha politikasıyla mücadele" zemininde meşrulaştırmak, terörü "kör" ve mefhum-i muhalifinden hareketle "ulvî amaca hizmet eden" ayırımına tabi tutmak da aynı derecede sorunlu bir yaklaşımdır. Söz konusu iki metin "düşünsel boyut" ve "siyasal düzey"de ciddî biçimde eleştirilebilir, ki bu fazlasıyla yapılmaktadır. Ancak tenkit ötesine geçerek bu metni imzalayanları gözaltına almak, haklarında cezaî takibat yapmak ya da onlar hakkında bağlı bulundukları kurumlar aracılığıyla idarî soruşturma gerçekleştirmek vahim bir "ifade özgürlüğü" sorunu yaratır.

Neden daha önemli?

Liberal demokrasilerde ifade özgürlüğünün, yasaklanmaları daha büyük toplumsal "zarar"a neden olabilecek diğer faaliyetlere nazaran "daha fazla" korunması sadece Mill'den bu yana dile getirilen "faydacı" yaklaşımla açıklanamaz. Bunun nedeni, Frederick Schauer benzeri uzmanların da vurguladıkları gibi, ifade özgürlüğünün aynı zamanda devletin kendi doğasında varolan "aykırı fikirleri engelleme" eğilimini de sınırlamasıdır. Başka bir deyişle ifade özgürlüğü sadece "eleştiri"ye kulak asılmamasını önleyerek "toplumsal yarar"ı korumamakta, bunun yanı sıra devletin hoşgörüsüz bir çizgiye kaymasını da engellemektedir. Bu nedenle getirdiği "fayda"dan fazla "zarar"a neden olan "ifade"lerin dahi korunmasının gerektiği yaygın kabûl görmektedir.
Konu üzerine çalışanların sıklıkla kullandıkları bir örnek yardımıyla açıklamak gerekirse, 1977'de Amerikan Nasyonal Sosyalist Partisi'nin, nüfûsunun çoğunluğu Yahudilerden oluşan Skokie kasabasında svastika ve diğer Nazi sembolleri kullanarak düzenlemek istediği yürüyüş yerel mahkeme tarafından yasaklanınca, anılan örgütün yöneticileri ifade özgürlüklerinin ihlâl edildiği iddiasıyla konuyu Illinois Yüksek Mahkemesi'ne taşımışlardı. Mahkeme de müracaatı haklı bularak yürüyüşe izin verilmesi gerektiğini kararlaştırmıştı. Bu örnekte görüldüğü gibi "yasak"dan doğacak "kamusal fayda"nın onun yaratacağı "zarar"ın üzerinde olması, "ifade özgürlüğü"nün sınırlanmasına gerekçe teşkil edememektedir.

Özgürlük pahasına olmamalı
Liberal demokrasilerde bu nedenle "yasadışı faaliyete teşvik" dahi İngiliz anarşist Guy Aldred hakkında 1907'de alınan kararda ve Oliver Wendel Holmes'un sosyalist ve anarşistlerin savaş sırasında çıkarılan yasalar çerçevesinde mahkûm edilmesi hakkında 1919'da yazdığı karşı oy yazısında vurgulanan "ifadenin suça neden olacağının tartışılmazlığı" ve "açık tehlike"nin varlığı şartlarına dayandırılmaktadır. Bu yapılmadığında "sivil itaatsizlik" benzeri "demokratik" protestoların yapılması ya da ahlâkî nedenle askerlik hizmetine karşı çıkanlar benzeri grupların görüşlerini dile getirmeleri imkânsız hale gelmektedir.
Liberal demokrasilerin kriz dönemlerinde özgürlükçü yaklaşımdan saptıkları doğrudur. Ancak buradan hareketle "kriz dönemlerinde herkes ifade özgürlüğünü sınırlıyor" benzeri bir tavır alış yerine "su-i misâl emsâl olmaz" düstûruyla hareket edilmesi, "ifade özgürlüğü"nde liberal demokrasi ölçütlerinin yakalanması ve devletin "aykırı düşüncelere izin vermeme" eğiliminin sınırlanması için gereklidir.
Konunun akademik özgürlük boyutuna da FBI'ın belirli dönemlerde ortaya koyduğu ihlâl edici örnekler üzerinden değil bu hürriyetin ehemmiyetini dile getiren literatür üzerinden bakmak anlamlıdır. Örnek alınması gereken Marksist iktisatçı Paul Sweezy'nin konuşması nedeniyle mahkûm edilmesi değil bu kararı bozan Yüksek Mahkeme hâkimi Felix Frankfurter'in dile getirdiği "akademik özgürlük" yaklaşımı olmalıdır.
Türkiye'nin terörle mücadelesini özgürlükler pahasına yapması zannedilenin tersine bu alanda başarıya ulaşılmasını güçleştirmekle kalmayarak bu "başarı"yı anlamsızlaştırır. Böylesi bir yaklaşım ülkenin demokrasisi ile imajının da darbe almasına neden olur. Bu nedenlerle uzun vâdede kapsamlı sorunlara neden olacak "zecrî tedbir, cezalandırma" siyasetine yönelme yerine üçüncü ve dördüncü bildirilerde dile getirilen özgürlüklerden taviz vermeme yaklaşımını benimseme anlamlıdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA