Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Seçkinlerin nitelikleri ve toplumsal rolleri

Türkiye'nin hedefi "seçkinsiz toplum" yaratılması değil "seçkinlik"in bir plana dayanmadan ve çoğulcu yollarla oluşturulması olmalıdır

Toplumumuzda demokrasi karşıtı "seçkincilik" kadar "seçkinlik"in tanımlanmasında kullanılan ölçütler de önemli bir sorun olabilmektedir.
Türkiye'de resmî ideoloji ile onu sahiplenen "sol," yukarıdan aşağıya ve "halka rağmen" gerçekleştirilecek bir modernleşme projesini benimsediği için egemen "sağ" siyaset "elitizm karşıtlığı"nı temel tezlerinden birisi haline getirmiştir. Bu yaklaşım, söz konusu karşıtlıktan hareketle "seçkinlerin varolmadığı bir toplum ideali"ni kutsamaktadır.
Halbuki katılımın en yüksek olduğu toplumlarda dahi seçkinlerin varlığı doğal olduğu gibi demokratikleşmenin amacı da bunları ortadan kaldırmak değildir. Toplumumuzda varolan sorun "seçkinlik"in tanımlanması alanında yaratılmış olan tekelin kırılması ve bu kategorinin demokratik yollarla üretilerek değişik eğilimleri yansıtmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde çatışan "seçkinlik"ler inşa edilecek, bu ise mevcut kutuplaşmayı artıracaktır.
Türkiye, Erken Cumhuriyet döneminde, seçkinlik kriterlerinin esnek olduğu ve "seçkinliğin planlı olarak inşa edilmediği" bir yapıdan katı ölçütlerle belirlenen ve projeleştirilen bir elit yaratılması sürecine geçiş yapmıştır.
Bunun neticesi olarak Türkiye'de "seçkin" statüsü için üç temel belirleyici olduğu düşünülmüştür. Bunlar eğitim, resmî ideolojinin içselleştirilme seviyesi ve Batılılaşma derecesidir. Son yıllarda ivme kazanan büyük toplumsal değişim bu kriterlerin hepsinin anlamsızlaşmasına neden olmuştur. Buna karşılık dar, ancak toplumsal etkinliği yüksek bir çevrenin bunların uygulanması alanında gösterdiği ısrar kutuplaşmayı artırıcı bir tesir icra etmektedir.

Entelektüel aristokrasi

Tanzimat sonrası Osmanlı literatisi on dokuzuncu asır Avrupa'sında yaygın bir kanaat olan "modernlik" ile "bilim"in "entelektüel aristokrasi"yi zorunlu kıldığı tezini içselleştirmişti. John Stuart Mill, 1859'da yayınlanan Thoughts on Parliamentary Reform (Parlamenter Reform Üzerine Düşünceler) çalışmasında, bu amaca ulaşmak için eğitim derecesinin kullanılan oyun ağırlığını belirlediği bir sistem yaratmaya çalışmıştı.
Mill'in çalışmalarından derin biçimde etkilenen Osmanlı literatisi, bu yaklaşımı asır sonu Avrupa entelektüel tartışmasının önemli vülgarizatörlerinden Gustave Le Bon'un, Dr. Delaunay'in Parisli şapkacıların müşterileri üzerine yaptığı "deneyler" sonucunda zihinsel faaliyetlerde bulunanların daha büyük beyinlere sahip olduğunu "ispat ettiği" çalışma ile bağdaştırarak "bilimselleştirmiş"ti. Entelektüel aristokrasi "beyin kapasitesi" benzeri "bilimsel" temele dayandığı için modern toplumun dizginlerini ele alması gereken sınıfı oluşturmaktaydı.
"Siyasal seçkinler"in entelektüel birikimle belirlenmesi şüphesiz demokratik bir yaklaşım değildir. Bu, son tahlilde, "aydınlar"ın toplumu "yönetmesi gerektiğini" savunan "entelektüel aristokrasi" arzusunun bir yansımasıdır.
Cumhuriyet bu yaklaşımı devralmış ancak farklılaştırmıştır. Osmanlı uygulamasında varolan diğer seçkinlik kategorileri ve eğitimin çeşitliliği, bu "aristokrasi"nin nispeten çoğulcu biçimde yaratılması ve farklılıklara sahip olmasını mümkün kılarken, yeni rejimin benimsediği "Cumhuriyet seçkinliği," daha katı ve dışlayıcı bir inşa projesinin benimsenmesine yol açmıştır.

Hangi okuldansın?

Eğitim ile seçkinlik arasında ilişki kurulması şüphesiz anlamsız değildir. Sorun Pierre Bourdieu'nün Fransa örneğinden yola çıkarak ortaya koyduğu gibi böylesi bir "seçkinlik"in belirli eğitim kurumları tarafından sürekli biçimde yeniden üretilmesi ve bunun doğal olduğunun düşünülmesidir.
Erken Cumhuriyet ideolojisi, çoğunluğu Osmanlı'dan müdevver yapılar ile tesis ettiği yeni kurumlara "grandes écoles" işlevi yüklemenin ve Bourdieu'nün kullandığı ifade ile "yönetici sınıf"ı bunlar aracılığıyla yeniden üretmenin anlamlı olduğunu varsaymıştır. Bu, uzun süre etkili olmuş ve "seçkinlik" katmanına çıkışı daraltan süzgeç görevi ifa etmiştir. Ancak eğitimin demokratikleşmesi, çeşitlenmesi ve toplumsal tabana yayılması Türkiye'de bu yeniden üretim sürecini imkânsız kılmıştır.

Resmî ideoloji

Erken Cumhuriyet, Türkiye'de Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nin eşini yaratmayı temel hedefi olarak görmüştü. Christophe Charle, Les élites de la République çalışmasında Üçüncü Cumhuriyet'in pozitivist ilkelerinin nasıl seçkinlik ve bürokratik kariyer için temel ölçütler haline geldiğini, seçkinliğin serbest biçimde oluşması tercihinin yerini süreç içinde onun planlı biçimde yaratılması ve belirli toplumsal ve siyasal yaklaşımları benimseyenlere açık tutulması fikrine bıraktığını anlatır.
Erken Cumhuriyet rejimi de benzer bir yaklaşımla seçkinlik statüsünün ideolojisini benimsemeyenlere kapatılmasının anlamlı olduğunu düşünmüştür. Bu yaklaşıma göre resmî ideolojinin bilimci ve milliyetçi tezleri elit kampına katılabilmenin anahtarı durumundaydı.
Resmî ideolojinin otokrasi altında benimsettirildiği, logokrasi rejiminde tekrar ettirildiği dönemlerin sonrasında vesayet sisteminin çöküşü, bu sınırlamaları, küçük bir azınlık dışında, anlamsızlaştırmıştır.

Batılılaşma ve din

Erken Cumhuriyet döneminde âdâbı mu'aşeret kitaplarının satış rakamlarının tavan yapması seçkinlik ile "yaşam tarzı" arasında kurulan ilişkinin doğal neticesi idi. Bir kadının elinin nasıl öpüleceği, hangi yemeklerle Médoc şaraplarının içilmesinin uygun olduğu, yeni yıl kutlamalarının ne şekilde yapılacağı benzeri konuları ele alan bu kitaplar, bir anlamda seçkinlik sınavı rehberleri işlevi görüyorlardı.
Bu "yaşam tarzı" temelli seçkinlik doğal olarak dindarlığı dışlamıştır. Resmî ideolojinin "bilimcilik" savunusuyla da uyumlu bu yaklaşım, toplumun önemli bölümünü "seçkin olamaz" sınıflamasına sokmuştur.
Türkiye'nin "yaşam tarzı" temelli tekil modernlik yaklaşımını sorgulaması son derece zor olmuş, ancak gösterilen şiddetli dirence karşılık bu alanda önemli mesafe alınmıştır. Benzer şekilde "dindarlık"ın "seçkin" kategorisine dahil olmayı imkânsız kılacağı tezi de süreç içinde anlamsızlaşmıştır.
Türkiye'de fiilen anlamsızlaşmış olan seçkinlik ölçütlerinin değiştirilmesi ve bu sınıflamanın sınırlarının genişletilmesi akademik bir faaliyet olmaktan uzaktır. Bunun alternatifi iddia edildiği gibi "seçkinsiz toplum" yaratılması değil karşı seçkinliğin inşa edilmesi ve bunun belirli kurumlarda eğitim almayanlara, özgün bir dünya görüşünü içselleştirmeyenlere, yaşam tarzını benimsemeyenlere ve dindar olmayanlara kapatılmasıdır, ki bunun emareleri görülmeye başlanmıştır.
Bu, "beyaz"ların "yeni zenci," "zenci"lerin ise "yeni beyaz"lar haline geldikleri çatışan bir toplum yapısını, rol değişiklikleriyle yeniden üretmektir. Bunun önlenmesi ise "dışlayıcı" seçkinlik kriterlerinin "kapsayıcı" hale sokulması ve seçkinliğin çoğulcu yollarla üretilmesiyle mümkün olabilir...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA