Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Yukarıda demokrasi aşağıda çoğulculuğun reddi

Türkiye oldukça uzun sayılabilecek bir süreç sonucunda "demokrasi"yi tartışılmaz rejim olarak benimsemiş buna karşılık onu "genel seçim" merkezli bir "irade" olarak kavramsallaştırmıştır.
Bunun siyasal iktidarın "özgür genel seçim" ile belirlenmesi alanında karşılaşılan büyük dirençten kaynaklandığını belirtmek yanlış olmaz. Meclis-i Meb'usan'ın 1877'de pâyitahtta sınırlı seçim, taşrada bürokratik tayinler ile oluşturulması, 1908'de yapılan ilk özgür seçimi "sopalı" ve merkez- i umumî denetiminde icra edilenlerin izlemesi, Erken Cumhuriyet döneminde bireylerin ayak basmadıkları illeri temsilen meb'us yapılması, 1946'da "açık oy, gizli tasnif" dayatmasının gerçekleşmesi, 1960 sonrasında ise iktidar olanı muktedir kılmayan vesayet sisteminin egemenliği "millî irade" olarak kavramsallaştırılan belirleme sürecinin "demokrasi" ile eşanlamlı olarak kullanımı ve fetişleştirilmesine yol açmıştır.
Yöneticileri özgür seçimlerle belirlenen siyasetin temel karar alıcı olması alanında verilen mücadelenin uzunluğu ve "siyaset yapımının halka bırakılmayacağını" savunan seçkinci yaklaşımın inatçı direnişinin doğurduğu en önemli sonuçlardan birisi de "demokrasi"nin "genel seçim"e indirgenmesidir. Burada karşılaştığımız sorun, demokrasi için vazgeçilmesi mümkün olmayan "gerek şart"ın "yeter şart" olduğunu düşünülmesidir. Bu ise Türkiye'nin, demokrasi kuramcılarının "oyokrasi" olarak kavramsallaştırdıkları bir anlayışı, "ideal" ve temel hedef haline getirmesine neden olmaktadır.

Tepede biten demokrasi

Demokrasinin bu şekilde kavramsallaştırılması sadece "kazanan hepsini alır" türünden bir siyaset anlayışının benimsenmesine yol açmakla kalmayarak "siyasal iktidar" dışındaki alanlarda katılımın asgarî seviyede gerçekleşmesini de olağanlaştırmaktadır. İlginç olan katılımın fazlasıyla düşük tutulmasının siyaseti şekillendiren en önemli kurumlar olan partilerde dahi "demokrasi"nin kalitesini etkilemediğinin düşünülmesidir.
Siyasal partilerin liderlerin mutlak kontrolünde ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin 1917'de yapılan 6.Kongresi'nde benimsenen türde bir "merkeziyetçiliği" içselleştiren yapılara dönüşmüş olması "kendi bünyelerinde demokrasiyi işlet(e)meyen" kurumların onu en üst seviyede hayata geçirmeleri benzeri bir çelişkiyi beraberinde getirmektedir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye, katılımın "dikey" olarak gerçekleştiği ve "genel seçim" ile sınırlandığı, "en tepede" demokrasi onun altında ise çoğulcu olmayan uygulamaların geçerli olduğu bir sistem yaratmış durumdadır.
Bu sistemin geçerliliği sadece siyasetle sınırlı kalmayarak her türlü toplumsal örgütlenmede karşımıza çıkmakta ve siyasal partilerden yüksek öğrenim kurumlarına, spor kulüplerinden farklı amaçlarla kurulmuş derneklere ulaşan bir yelpazede sürekli biçimde yeniden üretilmektedir.
Parti liderleri, üniversite yöneticileri (onlar için en üst düzeyde seçim dahi sınırlandırılmaktadır), spor kulübü başkanları, dernek idarecileri seçildikten sonra katılımı fazlasıyla sınırlandırarak, onu genellikle "danışma" düzeyinde tutan, gerektiğinde ise tamamen rafa kaldıran, önderlik vurguları güçlü bir uygulamanın araçları durumuna gelmektedirler.
Diğer bir ifadeyle Max Weber'in yirminci yüzyılda güçleneceği kehânetinde bulunduğu "liderlik demokrasisi" Türkiye'de her toplumsal organizmada varolmaktadır. En tepede demokratik mekanizmalar ile seçilen yöneticiler kurumların temel kararlarını şekillendirirken, daha aşağı katmanlarda çoğulcu olmayan, katılımın kâğıt üzerinde kaldığı bir yapılanma varolmakta ve demokrasinin "yukarıdan aşağıya" gerçekleşeceği varsayılmaktadır.
Bunun doğal sonucu olarak da "aşağıdan yukarıya" iletişim ve "yatay" katılım kanalları ortadan kalkmakta, tüm toplumsal yapılar görünüşte "demokratik" uygulamada ise "otokratik" yönetimin geçerli olduğu yapılar karakterini kazanmaktadır.

"Danışan" liderler
Dolayısıyla Türkiye'nin demokrasi kalitesi sıralamalarında geri sıralarda bulunmasının, "liberal olmayan"lar sınıflamasına sokulmasının önemli bir nedeni de "demokrasi"nin kavramsallaştırılma biçimidir.
Sadece özgür genel seçim yaparak ve siyaseti egemen kılarak "demokrasi" olunabileceğini savunan bu yaklaşım, örgütlenme ve karar alma mekanizmaları açısından "Leninist" partiler, her konuda son sözü söyleyen liderler, üniversite kampüslerinde tanrının gölgesi imişcesine dolaşan rektörler, spor kulüplerini kendilerine kalıtım yoluyla intikal etmiş işletmeler gibi yöneten başkanlar yaratarak katılımı yok derecesine indirmektedir.
Sorun parti liderleri, üniversite yöneticileri ya da spor kulübü başkanlarının kişisel eğilimlerinden kaynaklanmamakta ve yapısal karakter arzetmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye'nin "demokrasi"nin kavramsallaştırılması ve hayata geçirilmesi alanında büyük bir değişim yaşaması gerektiği ortadadır.
Uzun ve ağır yol alan demokratikleşme serüvenimiz bunun gerçekleştirilmesinin kâğıt üzerinde basit gerçekte ise fazlasıyla zor olduğunu ortaya koymaktadır. Sorunun sadece yasal değişikliklerle (söylenilmeye çalışılan başta özgürlükçü bir anayasa olmak üzere yasal düzenlemelerin gerekli olmadığı değildir) çözülmesi mümkün değildir. Bunların yanı sıra çok daha kapsamlı değişimlerin hayata geçirilmesi de zorunludur.

Çoğulculuk kültürü
Kısa sürede değil uzun vâdede gerçekleşebilecek bu değişim için "demokrasi"nin farklı biçimde, "gerek şart" olan "özgür genel seçim"in ötesinde bir "kültür" olarak kavramsallaştırılması ve benimsenmesi şarttır.
Aile içi demokrasinin son derece zayıf olduğu, kadının karar alma süreçlerine katılımının fazlasıyla sınırlandığı, eğitimin çoğulculuğu teşvik etmemenin yanı sıra onu küçümsediği ve diğer temel sosyalleştirme hedeflerinin gölgesinde bıraktığı, kurumların otoriter yönetimi içselleştirdiği bir toplumda bunun ne denli zor olduğu ortadadır.
Ancak kısa sürede netice alınamayacak olması bu konunun gündemimizin en önemli maddelerinden birisi olmasını engellememelidir. Türkiye'nin entelektüel tartışması sadece en üst seviyede varolacak demokrasinin işleyişi için "hangi sistemin daha uygun olduğu" benzeri konular yerine "çoğulculuk kültürü oluşturulması" üzerine yoğunlaşmak zorundadır.
Bu alanda "Leninist merkeziyetçi yapıları," katılımı araçsallaştıran "mega" hedefleri ve "dava" söylemleriyle "en yukarıda demokrasi, onun altında emirle yönetim" sisteminin yerleşmesinde önemli bir rol oynayan siyasal partilerin "demokratikleşmesinden" eğitim sisteminin çoğulculuğu ön plana çıkarmasına ulaşan bir yelpazede kapsamlı dönüşümlerin gerçekleşmesi gerekmektedir.
Demokrasiyi "genel seçim"e indirgemeyen, çoğulculuğu her alanda yaşamaya çalışan bir toplum ancak uzun soluklu bir değişim ve "çoğulculuk kültürü"nün kökleşmesi neticesinde şekillenebilecektir. Gündemimizdeki kısır çekişmeler bu kültürün gelişiminin hayatî önceliklerimizden birisi olduğunu unutturmamalıdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA