Türkiye’de siyasal şiddetin varlığını sürdürmesinin temel nedenlerinden birisi onun “kimlik” temelli siyaset yapımının etkili bir aracı olarak görülmesidir
Türkiye, "şiddet"in siyasetin önemli araçlarından birisi olarak kullanıldığı toplumlardan birisidir. Siyasal kültürün ayrılmaz bir parçası haline gelen "şiddet"e başvuran gruplar değişik idealleri savunmakta ve bu aracı kullanmalarını farklı düşünsel temeller üzerinden meşrulaştırmaktadır. Ancak "siyasal şiddet" kullanımında belirleyici olan bu "idealler" ve "düşünsel çerçeve" değil onun "kimin adına" gerçekleştirildiği olmaktadır.
Burada önemli olan sadece "şiddet"i kullananlar değil, toplumun büyük bir bölümünün "kendi kimliğinin sözcüsü olduğunu" düşündüğü akımlar adına uygulanan "şiddet"in meşru olduğunu ya da en azından "değişik nedenlerin onu zorunlu kıldığını" düşünmesidir. Devletin aşırı güç kullanımı ve şiddet uygulaması ise şüphesiz durumu daha da karmaşık hale getirmektedir.
Bu açıdan bakıldığında tarihî kökleri oldukça derinlere giden "siyasal şiddet" geleneğimiz sosyolojik "anomie" tahlilleri veya "anarşik eğilimler" ile açıklanabilmesi kolay olmayan bir toplumsal olgudur. Bu nedenle süregelen "siyasal şiddet"in farklı bir açıdan değerlendirilmesi anlamlı olacaktır.
Siyasal şiddet geleneğimiz
Toplumumuzun yakın tarihi değişik etnik ve dinî grupların "şiddet"i temel siyaset aracı olarak kullandığını ortaya koymaktadır. II. Abdülhamid döneminin ikinci yarısından itibaren değişik etnik ve dinî gruplar adına "siyaset" yapan örgütlenmeler gerektiğinde "şiddet" üreten alt yapılanmalara sahip olmuşlardır. Daşnaktsutyun ve Hınçak partileri fedaî teşkilâtlarını, Makedonya'da ise başta VMORO olmak üzere etnik ve dinî grupların siyasal örgütlenmeleri "çete"lerini devreye sokarak şiddeti temel siyaset aracı olarak kullanmışlardır. Daha sonra siyasete ağırlığını koyacak olan Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti de temelde bu örgütlerden etkilenen, fedaî teşkilâtı ile şiddeti araçsallaştıran, para-militer bir örgüt olmuştur. 1908'de yeniden anayasal rejime geçiş sonrasında bu örgütlerin yasal partilere dönüşmesi, siyasetin "kimlik" temelinde yapılması ve "şiddet"in bunun temel araçlarından birisi olması konusunda önemli değişiklikler yaratmamıştır.
Bu gelişmenin aynı dönemde Batı dünyasında anarşizm ve nihilizm temelli siyasal şiddet ve terörün yükselmesinden farklı olduğu unutulmamalıdır. 1894 yılında Fransız Cumhurbaşkanı Marie François Sadi Carnot'nun öldürülmesiyle başlayarak, İspanya Başbakanı Antonio Canovas del Castillo, Avusturya- Macaristan İmparatoriçesi Elisabeth, İtalya Kralı I. Umberto ve ABD Başkanı William McKinley'in katledilmelerine uzanan saldırılar farklı bir "siyasal şiddet"in ürünleri olmuştur. Benzer şekilde Nobel tarafından 1875 yılında icat olunan dinamiti kullanarak etkinliklerini artıran anarşist ve nihilist hareketler, bunun yanı sıra yüzlerce dergi yayınlamışlar ve "Toplumsal Mesele"nin halli konusunda Carlo Cafiero, Pyotr Kropotkin, Errico Malatesta, Johann Most ve Elisee Reclus benzeri düşünürler tarafından dile getirilen kapsamlı düşünsel çerçeveler geliştirmişlerdir.
Buna karşılık siyasal şiddete başvuran Osmanlı örgütleri, bunu anarşist eğilimler ya da "Toplumsal Mesele" çözümleri amacıyla değil değişik etnik ve dinî kimliklerin "gaspedildiğini iddia ettikleri" haklarını alma adına yapmışlardır. Bunların bir kısmının "şiddet"e sosyalist tezler üzerinden meşruiyet kazandırmaya çalıştığı doğrudur. Örneğin kapsamlı bir gerilla örgütlenmesine sahip olan Daşnaktsutyun 1907'de II. Enternasyonal'e üye olmuş, VMORO ise şiddetin Makedonya'da yaratılacak sosyalist düzene geçişin aracı olduğunu savunmuştur. Buna karşılık "sosyalist" cilâ kazındığında ortaya milliyetçi vurguları güçlü, kimlik temelli "siyasal şiddet" çıkmaktadır.
Dolayısıyla toplumumuzda "siyasal şiddet," geleneksel olarak, Ted Robert Gurr'un da işaret ettiği gibi, hakları olduğunu varsaydıkları kaynaklara ulaşmalarının engellendiğini düşünen toplumsal grupların başvurduğu aslî araç olmuştur. Anarşist düşünce ve nihilizme ilginin fazlasıyla sınırlı olduğu toplumumuzun yakın geçmişi değişik etnik ve dinî grupların şiddeti, "hakları"nı alma yolunda, siyasal mücadelelerinin aracı olarak kullanmalarına şahitlik etmiştir.
Şiddet kimin adına yapılıyor?
Cumhuriyet sonrasında bu alanda kapsamlı değişiklikler gerçekleştiğini söyleyebilmek zordur. Siyasal hayatımız, bilhassa çok partili rejime geçiş sonrasında "şiddet"in temel bir siyaset aracı olması özelliğini sürdürmüştür. Türkiye'de "sağ," "sol," "liberal," "sosyalist," "muhafazakâr," "ilerici" benzeri kavramsallaştırmaların yaygın kullanımına karşılık siyaset güçlü "kimlik" vurguları çerçevesinde icra edilmiştir. Etnik ve dinî kimlikler temelinde gerçekleştirilen siyasetin temel araçlarından birisi ise "şiddet" olmuştur. İlginç olan demokratikleşmenin farklı kavramsallaştırmalar altında yapılan "kimlik siyaseti"ni daha alenî kılması ve bu amaçla "şiddet" kullanımının da ivme kazanarak "olağanlaşması"dır.
Etnik ve dinî kimlikler etrafında derin bölünmeler yaşayan toplumda "şiddet" kendisine yöneltilen "şiddetli" eleştirilere karşılık, bir "talep iletme" ve "verilmeyen hakları alma" aracı olarak kullanılmaktadır. Soyut bir kavram olarak herkes tarafından eleştirilen "şiddet" buna karşılık somut bir "siyaset aracı" olarak görülmektedir. Bu çerçevede Charles Tilly'nin de vurguladığı gibi "kolektif şiddet," son tahlilde, "hükûmet etme" ile ilişkilendirilmektedir. Türkiye'deki derin kimlik mücadelesi nedeniyle iktidar "devlet adına" yasal yahut ölçüsüz şiddet kullandığında da muhalif "kimlikler" bunun "bir kimlik adına" ve kendilerine karşı yapıldığını varsaymaktadırlar.
Türkiye'de siyasal şiddetin aslî nedenlerinin "anomie" ya da "toplumsal düzene tepki" olmaması, onun geriletilmesini fazlasıyla güçleştirmektedir. Nitekim böylesi nedenlerden kaynaklanan siyasal şiddet dünyada büyük ölçüde kontrol altına alınırken, toplumumuzda farklı kaynaklardan beslenerek yapısal karakter kazanan "siyasal şiddet" varlığını ve değişik kesimler nezdindeki "meşruiyetini" sürdürmektedir. Farklı kimlikler, kendi adlarına yapılan şiddeti desteklemekte ya da en azından "alelâde şiddetten farklılaştırarak" ona meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar.
Bu nedenle Türkiye'de kimliklerarası çatışmaların önlenmesi, farklı kimliklere özgürce yaşama ve kendilerini geliştirme imkânları sağlanarak "kimlik siyaseti" yoğunluğunun düşürülmesi, beraberinde getireceği diğer faydaların yanı sıra, "şiddet"in temel bir siyasal araç olarak kullanımını da azaltacaktır. Bu gerçekleşmedikçe değişik kimliklerin mensupları değişik sloganlarla ambalaj edilse de kendi adlarına gerçekleştirilen "siyasal şiddet"i meşrulaştırmayı sürdürecekler, onun gelişmiş toplumlardaki düzeye geriletilmesi ise mümkün olamayacaktır.