Yeniden canlanan "sistem" tartışmasının uzun süre ana gündem maddesi olacağı şüphesizdir. Bu geçmişi oldukça eskilere giden, gerçekte ise hiç gündemden inmeyen bir tartışmadır. Ancak bu süreklilik nedeniyle "sistem"in Türkiye'nin "öncelikli sorunu" olduğunu varsaymak yanıltıcı olabilir.
Saray-Bâb-ı Âlî tahterevallisi "
Vak'a-i Hayriye" olarak kavramsallaştırılan Yeniçeri Ocağı'nın ilgası (1826), Osmanlı siyasetinin geleneksel denge ve fren mekanizmalarını darmadağın etmiştir. Yeni ordunun bürokrasi kontrolü altına girmesi ile vurucu gücünü kaybeden ulemânın sistem dışı kalması sonrasında iktidar mücadelesi "Saray-Bâb-ı Âlî tahterevallisi"ne dönüşmüştür.
II. Mahmud sonrasında Bâb-ı Âlî güçlenerek, genişleyen bürokratik örgütlenme ve Şûra-yı Devlet gibi idarî kaza müessesesi olmanın ötesinde kanun yapıcılık niteliği kazanan bir yapı üzerinden Saray'ı kuşatmış ve diktatörlüğünü hayata geçirmiştir.
Saray 1871 sonrasında iktidarı tedricen geri almaya başladığında, Said Halim Paşa'nın ileride vurgulayacağı gibi bürokrasi, evvelce şiddetle karşı çıktığı, anayasacılığı sahiplenerek "millet"i tahterevallinin kendi tarafındaki ağırlığı artıracak bir unsur olarak kullanma girişiminde bulunmuştur.
1876 sonunda tahterevallinin dengelendiği ve "millet" adına hareket eden istişarî bir temsil kurumunun da katkısıyla Saray'ın etkinliğinin yeniden sınırlandığı düşünülmüşse de II. Abdülhamid kısa sürede "neo-patrimonyal" bir yapılanma inşa ederek iktidarı Saray'a taşımış ve Bâb-ı Âlî'yi "iş takipçisi" konumuna indirgemiştir.
Önemli kararların nezaretler ve sadarette değil, Yıldız Sarayı'nda toplanan komisyonlarda alındığı, bir kısmı istizan olmadan re'sen sudûr eden, değişik konulardaki iradelerin doğrudan uygulandığı bir yapıda Bâb-ı Âlî cılız protestolar dışında direniş gösterememiştir.
1895 Krizi'nin en kritik günlerinde Sadrâzâm Kâmil Paşa'nın İngiliz ve Fransız desteği ile iktidarı yeniden Bâb-ı Âlî'ye transfer edecek "sorumlu hükûmet" projesiyle ortaya çıkması bürokrasinin son karşı hamlesi olmuştur.
Kâmil Paşa'yı Aydın valiliğine başlamak üzere "muhafaza altında" İzmir'e götüren vapur, Bâb-ı Âlî'nin iktidarı paylaşma hayâllerini taşıyan bir tabut işlevi görmüştür.
Cemiyet tekeli
"İnkılâb-ı Azîm" sonrasında siyaset yeniden düzenlendiğinde çok kutuplu bir dengenin oluşacağını bekleyenler yanılmışlardır. Oyuna iki yeni aktör, iktidarı millet adına kullanmak isteyen yasama meclisi ve denkleme girmeye çalışan ordu katılmış, böylece 1826 öncesindekine benzer bir dengenin oluştuğu düşünülmüştür.
Ancak bir kurum daha siyasete ağırlığını koymuştur. Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Saray'dan Bâb-ı Âlî'ye, ordudan meclise tüm yapıları ikinci plana iterek "yasama-yürütme" dengesiyle dilediğince oynamıştır.
İhtilâl sonrasında Saray'ın yeniden güç kazanabileceği korkusuyla Meclis'i alabildiğince güçlendiren Cemiyet, 1909 Kanun-i Esasî değişiklikleri ile konvansiyonel karaktere yaklaşan bir yasama yaratmıştır. Bunu tetikleyen Saray'ın II. Abdülhamid benzeri bir sultan elindeki gücünden duyulan korku olmuştur. Daha sonra kolayca yönlendirilebilecek bir sultanla çalışma durumunda kalan Cemiyet, bu kez, ne yapacağı belli olmayan meclise karşı Saray'ı güçlendirmeyi hedeflemiştir.
Kanun-i Esasî'nin 7 ve 35. maddelerinde bu çerçevede yapılacak değişiklikler kapsamlı bir çatışmanın başlamasına neden olmuş, 1911'de başlayan girişimler ancak 1914'te neticelendirilebilmiştir.
Bu tarihte tek parti iktidarını kurmuş ve "yok kanun, yap kanun" hizmeti sunan meclisi de tamamen kontrolü altına almış olan Cemiyet'in güçlü Saray'a ihtiyacı kalmamıştır.
Çankaya egemenliğinden vesayete
İstiklâl Harbi, konvansiyonel karakterli, tüm erkleri tekeline alan bir meclis ile onun yetkilerini şahsen kullanmak isteyen bir lider arasındaki mücadeleye sahne olmuştur. Askerî zafer sonrasında Mustafa Kemal (Atatürk) karizmasına dayanarak iktidarı Çankaya'ya nakletmiş ve süreç içinde hükûmet ve göstermelik seçimlerle göreve getirilen meclisi "iş takipçisi" ve "gerekli görülen düzenlemelerin yapıcısı" statüsüne indirgemiştir. Bu düzen, Çankaya'nın sınırlı güç kaybı dışında, İsmet İnönü'nün Millî Şefliği süresince de devam etmiştir.
Çok partili yaşama geçiş fiilî başkanlık sisteminin de sonunu getirmiş ve parlamenter sistem tecrübesine dönülmüştür. On yıllık bir parantez sonrasında ise Tanzimat dönemi Bâb-ı Âlî'sinin rolünü oynamak isteyen bürokratik vesayet örgütlenmesi ile yasama ve yürütmeyi kontrol altında alan siyaset çatışması gündeme gelmiştir. Bu dönemde Çankaya bir vesayet kurumu işlevini görmüştür.
Son dönemde vesayetin geriletilmesi ve cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi hiç gündemimizden çıkmayan "sistem" tartışmasını yeniden canlandırmıştır.
Sorun nedir?
Toplumumuz iki asra yaklaşan bir süredir iktidarın nasıl paylaşılacağı ve kullanılacağı alanında kıyasıya bir çatışmaya sahne olmuş ve düşünülebilecek her türlü "sistem"i tecrübe etmiştir.
Saray ve cumhurbaşkanının siyaseti tamamen kontrol ettiği II. Abdülhamid (1878-1908) ve Egemen Tek Parti (1925-1945) rejimleri dönemlerinde lider yönetimi, Tanzimat'ın büyük bölümünde ise Bâb-ı Âlî diktatörlüğü yaşanmıştır. Parlamentarizm tecrübeleri 1908-1912, 1950-1960 ve 2007-2014 dönemlerinde gerçekleşmiştir. 1871-1876 döneminde Bâb-ı Âlî-Saray, 1960 sonrasında ise siyaset-vesayet arasında paylaşılan iktidar, 1913-1918 arasında tüm kurumları ikinci plana iten bir örgütlenme tarafından tasarruf olunmuştur.
Burada farklı lider ve siyasal örgütlerin aynı kanunlara tabi olmalarına karşılık fiilen değişik rejimler geliştirmiş olmalarının öneminin altı çizilmelidir.
Örneğin, 1924 Anayasası altında de facto başkanlık ve parlamenter rejimler uygulanmıştır.
İlginç olan değişik sistemlerin uygulandığı bu dönemlerin hepsinde kısa aralar dışında "otokratik siyaset" üretilmiş olması ve hukuk devleti idealine erişilememesidir. Bu açıdan bakıldığında toplumumuzun öncelikli sorununun "sistem" meselesi olmadığı yorumu yapılabilir.
Bu, değişik sistemlerin alternatifler olarak tartışılmaması anlamına gelmez. Ancak Türkiye'nin öncelikli sorunu kuvvetler ayrılığı ile hukukun üstünlüğünü gerçek anlamda hayata geçirmek, otonom yapıları güçlendirmek ve siyasal alanın hegemonik kontrolünün önüne geçmektir. Dolayısıyla yeni anayasa "sistem"den ziyade bu öncelikler üzerine odaklanmalıdır. Geçmiş deneyimler bunlar gerçekleşmedikçe "sistem" ne olursa olsun demokrasi ve hukuk devleti alanlarında arzulanan hedeflere ulaşılamadığını göstermektedir.