Charlie Hebdo saldırısı sonrası yaşanan tartışma gündemimizi şekillendiren litaratinin konuya ne denli kendi merkezli biçimde ve sığ parametrelerle yaklaştığını sergilemiştir.
Bunun neticesi olarak, günümüz İslâm dünyasının karşılaştığı cesamet ve karmaşıklıktaki bir sorun, iktidar eleştirisi ve "laiklik gümüş kurşunu" ile çözüm önerisine indirgenmiştir.
Sorunun niteliği
İslâm dünyası tarihinin en önemli krizlerinden birisini yaşamakta, modernlik sonrası gerçekliğe, kapsamlı global değişime cevap üretme alanında büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadır. Yarattıkları "sanal Türkiye'nin" bu "aydınlanmamış, çağdışı dünyanın" dışında olduğunu düşünen seküler literanin varsaydığının tersine karşı karşıya olunan sorun bizim de birincil meselemizdir.
Mesele yüz yıl önce modernliğin doğurduğu yeni gerçekliği kavrayarak anlamlı entelektüel projeler üretme çabasını başlatmış bir dünyanın süreç içinde büyük bir tıkanma yaşamasıdır.
Açılan makas
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından Harb-i Umumî'ye uzanan süreçte İslamî entelektüel hareketler modernliğin neden olduğu büyük dönüşüme, geleneğe bağlı kalarak cevap verme alanında önemli başarılar sağlamışlardır.
Bunun siyasal yansıması sadece Batı yayılmacılığına karşı çıkan, çatışmacı bir ideoloji olmamıştır. Bu alanda temsilî yapıların güçlenmesi ve gayrımüslimlerle "vatandaşlık" zemininde ortak hareket edilmesini savunan güçlü hareketler şekillenmiştir.
Örneğin Osmanlı anayasacı hareketi basit bir Batı taklitçiliği, kanun tercüme girişimi olmanın ötesine geçerek, İslâmî ilkeler ile temsile dayalı siyaset ve kültürel çoğulculuğu bağdaştırmaya çalışmıştır. Namık Kemal ve Ali Suavi'nin yazılarından, taslağını Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)'ın yaptığı 1909 Kanun-i Esasî değişiklikleri hakkındaki esbâb-ı mucibe lâyihasına ulaşan metinler, II. Meşrutiyet Dönemi İslâmcı dergilerinin neşriyatı bunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Bunun global bir eğilim olduğunu görebilmek zor değildir. Bu dönem İslâmcı hareketi, Kuzey Afrika'dan İran ve Hindistan'a ulaşan bir alanda Batı sömürgeciliğini eleştirmek kadar modernliğe gelenekten kopmadan cevaplar verme ve katılımcı siyaset talep etme karakteri taşımıştır.
Yirminci asır başının üç büyük anayasal devriminden ikisi 1906 ve 1908'de İran ve Osmanlı Devleti'nde gerçekleşmiş ve Şiî ve Sünnî ulemâ tarafından desteklenmiştir. Bu aynı dönemde püriten karakterli, kültürel modernliği reddeden radikal hareketlerin varolmadığı anlamına gelmez; ama genele bakıldığında zikrettiğimiz eğilimlerin egemenliği kolaylıkla görülür.
Yaklaşık yüz yıl sonra oldukça farklı bir görüntü söz konusudur. Varolan gerçekliğin önüne koyduğu sorunlara cevap vermekte zorlanan, püriten radikalizmin aktivizm sayesinde "gerçek temsilci olma" iddiasında önemli yol almasını engelleyemeyen bir dünya şekillenmiş durumdadır.
Muhammed Abduh'un Transvaal fetvalarını ürettiği bağlam neredeyse bütünüyle ortadan kalkmıştır.
Konuya kendi örneğimiz yardımıyla yaklaşacak olursak "eşit vatandaşlık" zemininde "modern siyasal toplum" oluşturulmasına güçlü destek veren, uygulamadaki sorunlara karşılık dinlerarası hiyerarşiyi siyasal alandan çıkaran bir geleneğin mirasçılığını sahiplenenler, dar fıkhî yorumlarla kütürel modernliği reddetmekte, Medine Vesikası'nı dahi beğenmeyerek "hiyerarşi" özlemini dile getirmekte, "gerçek Müslüman" olmayanlara mahalle baskısı uygulanmasını talep etmektedir. Bunun temel rakip ve alternatifi ise kültürel modernliğe daha kuvvetli biçimde karşı çıkan radikal püritanizmdir.
Nasıl cevap verilemez?
İçinde yaşadıkları gerçekliğe cevap üretemeyen, onu reddetmek dışında bir tez yaratamayan bu iki kutbun yaşadığı tıkanma, bu konuda bir dizi diğer alternatifin de çözüm olamayacağı gerçeğini değiştirmemektedir.
İlk olarak bu soruna kapsamlı kültürel Batılılaşma projeleri ve katı laiklik yorumunun dini şahsîleştirecek bir araç olarak kullanılmasıyla cevap verilmesi mümkün değildir. Kendi yakın tarihimiz, Kuzey Afrika'da hayata geçirilen projelerin alabildikleri yol ortadadır.
İkinci olarak kaynakları zorlayarak "modernliğe uygun İslâm" yaratılması çabaları sonuçsuz kalacaktır. Doktor Abdullah Cevdet Bey'in Müslümanların "terakkiyat-ı medeniyeyi ancak Müslüman bir menba'dan istinbât ve kabûl edecekleri" tespiti anlamlıydı.
Kendisinin buradan yola çıkarak "materyalist İslâm" yaratma çabası ise meyve vermemişti.
Modern bilimlere âşina olması nedeniyle Abduh'dan daha anlamlı bir sentez yaratabileceğini düşünen Abdullah Cevdet'in günümüzdeki, rafinelik düzeyi fazlasıyla düşük taklitçilerinin çabaları beyhude girişimlerdir.
Aynı şekilde Batı desteğiyle yaratılacak "ılımlı İslâm" projeleri de anlamlı cevaplar ortaya koyamayacaklardır. Thomas Friedman'ın iki hafta önce New York Times'da yayınlanan yazısında radikalizm ve püritanizme kaptırılmasından duyulan üzüntüyü dile getirdiği "beş vakit namazın akşamları bir bira ile yumuşatıldığı," "açık, mülâyim, kucaklayıcı İslâm," Batı desteğiyle "geri" getirilemeyecektir. Friedman benzeri literatinin "iyi Müslümanlığı tanımlama" iddiasıyla kullandıkları dilin radikalizmi teşvik ettiğini görememeleri ilginçtir.
Nihayet İslâm âleminin Lutherleri olma iddiasıyla "din reformu" projeleri ortaya atan "âlim"ler de bu cevabı üretemeyeceklerdir. Doğrudan yaptığı atıflarla Protestanlık deneyimini İslâm dünyasında uygulama amacını ortaya koyan Ubeydullah Efganî'nin "Kavm-i Cedîd"i benzeri projeler, mimarlarına kısa süreli popülerlik sağlama dışında netice vermeyecektir.
Tecdîd, otorite ve cevap
İslâm dünyasının vereceği cevap basit bir reddiye ya da taklidin ötesinde yeni bir entelektüel sentez olmak zorundadır. İctihad kapısının kapalı olması nedeniyle tecdîdin mümkün olmadığı, 1924 sonrasında İslâm adına konuşacak "otorite" kalmadığı türünden nedenlerle bir buçuk milyarı aşkın bireyi kapsayan bir toplumun hayatî sorunlarına kayıtsız kalması mümkün değildir.
Benzer engeller on dokuzuncu yüzyılda modernliğe cevap verilmesi alanında önemli girişimler yapılmasını engellememiştir. Bunlar ise İstanbul'daki halife değil, değişik coğrafyalardaki âlim ve entelektüeller tarafından ortaya konulmuş ve sınırlı iletişim kanallarına karşın global bir etki yaratmışlardır.
Demokratik, çoğulcu, kültürel modernlik ile geleneği birleştiren, Müslümanların "eşitlikçi bir siyasal toplum" içinde farklı inanç sahipleriyle beraber yaşayabildikleri bir İslâm tasavvuru yaratılması kaçınılmazdır. Dağınık entelektüel girişimlerde bunun ümit verici filizlerini görebilmek mümkündür.
Sorun bunun şekillenmesi ve global etkisinin kısa vâdede gerçekleşmeyecek, buna karşılık radikalizmin İslâm dünyasında uzunca bir süre güçlü biçimde temsil edilecek olmasıdır.