Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Tarihin önü açılırken siyaset devreye girmelidir

Türkiye'nin talî tartışmalar üzerine yoğunlaşan gündemi Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, Hrant Dink'in ölümünün sekizinci yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamanın hak ettiği ilgiyi görmesine engel oldu. Bu açıklama, 23 Nisan 2014'te yayınlanan taziye mesajı ile beraber okunduğunda, 1915'te ne olduğu ve buna nasıl yaklaşılacağı konusundaki "resmî tez"in önemli bir değişime uğradığını ortaya koymaktadır.

Tarihin özgürleştirilmesi

23 Nisan taziye mesajının en önemli vurgusu, o güne değin katı biçimde benimsenen tekil, tartışılamaz tarih yorumu yerine "çoğulcu bir bakış açısı" ile dile getirilebilecek farklı "tarihler" olabileceği, bunun da doğal olduğu idi.
Mesaj bunun da ötesinde 1915'te gerçekleşen olayın "gayr-ı insanî" karakterine dikkat çekiyor ve "acılar hiyerarşisi kurularak" "acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması"nın "acının öznesi için bir anlam ifade etmeyeceğinin" altını çiziyordu.
Tarihin uzun süre resmî yorumlarla sorunlardan arındırılarak "mükemmelleştirildiği" ve bundan sapmalara izin verilmediği bir toplumda 23 Nisan mesajının "devrim" niteliği taşıdığı ortadadır. Davutoğlu'nun açıklamasında Türkiye'nin "geçmişten miras basmakalıp söylemleri, genellemeleri geride bıraktığı"na işaret edilmesi bu alanda benimsenen yeni yaklaşımı ileri bir aşamaya taşımaktadır.
Diğer bir ifade ile basmakalıp, olgularla uyumsuz, kitlesel sivil ahali kayıplarını ölü sayısı pazarlığına indirgeyen bir söylemi müdafaa etme uğruna uzun yılları heba eden Türkiye, tarihî tartışmanın önünün tamamen açılmasını kabûl etmektedir. Devletlerin kemikleşmiş resmî söylemlerini değiştirmelerinin ne denli zor olduğu gözönüne alındığında bunun önemi daha iyi takdir edilebilir.
Davutoğlu'nun açıklamasının 23 Nisan taziye mesajını daha ileri bir aşamaya taşıyan bir diğer özelliği ise uzun süre savunulan "işi tarihçilere bırakalım" yaklaşımından uzak durmasıdır. Ancak resmî tarih inşa ve dayatma geleneğinin fazlasıyla güçlü olduğu bir toplumda revaç bulabilecek bu yaklaşım sadece siyasetin kafasını kuma gömmesi ve kendi alanındaki bir sorunu "teknik uzmanlık sahibi bilirkişiler"e devrederek ötelemesini sağlamıştır.
Tarihin kimya benzeri bir "bilim," tarihçinin de "kimyager" niteliğinde bir uzman olduğu varsayımına dayanan bu yaklaşım, tekil, tartışmasız ve herkesce kabûl olunacak bir yorumun laboratuvar koşullarında üretilebileceğini ileri sürmekteydi.
Halbuki tarih bu anlamda bir bilim değil bir "inşa faaliyeti" olduğu için tartışmasız ve herkesin kabûl edeceği bir "yorum"un tarihçiler tarafından üretilmesi mümkün değildir. Günümüzde aynı malzemeye bakarak 1915'te ne olduğu konusunda taban tabana zıt görüşler ileri süren tarihçilerin, oluşturulacak bir komisyonda herkesin kabûl edeceği bir "hüküm" üzerinde uzlaşacaklarını düşünmek fazlasıyla yanıltıcıdır. Tarihin serbestçe tartışıldığı, "tarih" değil birbirleriyle çatışan "tarihler"in varolmasının doğal bulunduğu demokratik toplumlarda böylesi önerilerin ilgi görmemesi doğaldır.
Bu, tarihin daha iyi anlaşılması alanında devletin sorumluluğu olmadığı anlamına gelmez. Ancak bu, "işi tarihçilere bırakarak" değil, kontrolündeki arşiv malzemesini araştırmacıların hizmetine sunarak ve farklı tarih yorumlarına izin vererek gerçekleştirilebilir. Bu yapılırken siyaset de devreye girmek zorundadır.

Siyaset devreye girmelidir

Türkiye "tarihte ne olduğunu" resmî yorumla açıklama ve "konuyu tarihçilere havale ederek" onlardan "nihaî hüküm" talep etme yaklaşımlarını bir kenara bıraktıktan sonra "siyaset"i devreye sokmak zorundadır.
Siyasetin konunun özgürce tartışılabilmesini sağlaması, resmî tez dayatmaya son vermesi 1915'te ne olduğu yolunda çoğulcu yollarla üretilebilecek bir toplumsal kanaat oluşmasının yolunu açacaktır. Bu, hiç şüphesiz, bugünden yarına gerçekleşmeyecektir. Yaklaşık yarım asır tabu olarak konuşturulmayan, daha sonra ise tarihî olgular çarpıtılarak inşa edilen bir tarih yorumunun kitlelere dayatıldığı, bunu eleştirenlerin "vatan hainliği" ile suçlandığı bir toplumda söz konusu kanaatin oluşması kolay olmayacaktır. Ancak, siyasetin mümkün kılacağı özgür tartışma ortamı engelleyici bir duvarın yıkılması işlevi görecek ve süreç içinde bu kanaat şekillenecektir.
Siyaset bunun yanı sıra bir dizi konuda daha devreye girmek zorundadır. Bunlardan en önemlisi 23 Nisan taziye mesajında da vurgulandığı gibi "acılar hiyerarşisi kurulması"ndan kaçınılmasıdır. Osmanlı Ermenileri yirminci yüzyılın en büyük trajedilerinden birisini yaşamışlar, kitlesel sivil ölümlerine maruz kalmanın yanı sıra asırlardır varoldukları bir coğrafyadan sökülmüşler, buna ilâveten kültürel varlıkları ve izlerinin silinmesi acısına da katlanmak zorunda bırakılmışlardır.
Davutoğlu'nun açıklamasında dile getirilen "köklü acıların aşılması, tarihî birlikteliğin hatırlanması," onların anlaşılması ve "sıradanlaştırılmaması" ile mümkün olabilir. Davutoğlu'nun açıklamasında "zamanı 1915'te donduran büyük travmayı geride bırakma" arzusunun ifade edilmesi de önemlidir. 1915'te olanı sıradanlaştırmadan, asırlara yayılmış bir toplumsal ilişkiyi onun esiri olmaktan kurtarmak gerekmektedir. Burada atılacak ilk adım Ermeniler ile Türklerin tarih boyunca çatışmış aktörler olarak kavramsallaştırılmasına son verilmesi, onların değişik "biz"lerin parçası olduklarının vurgulanmasıdır. Sonu gelmeyen "çatışma" ve "ihanet" temalarını işlemekle kalmayarak "nefret suçu" sınırlarında dolaşan anlatımların ders kitaplarından çıkarılması ile başlatılabilecek bu girişim, önemli hizmetlerde bulunmuş Ermeni bürokrat, sanatkâr ve kültür insanlarının hâtıralarının canlandırılması, onların toplumun "geneline" yaptıkları katkıların vurgulanması ile geliştirilebilir.
Davutoğlu'nun mesajı bu girişimlerin kısa sürede başlayacağı izlenimini vermektedir. Bunlar yapılırken konuya "Türklüğe hizmet eden sadık Ermeniler" temelinde yaklaşmaktan kaçınılması gerektiğinin altı çizilmeli, bu şahsiyetlerin "ortak" bir dünyanın parçası oldukları ve ona katkıda bulunmaya çalıştıkları vurgulanmalıdır.

İçi doldurulmalıdır
Türkiye, Davutoğlu'nun açıklamasında da vurgulandığı gibi resmî düzeyde basmakalıp söylemleri bir kenara bırakarak "tarihin serbestçe tartışılmasının" önünü açtığını ilân etmektedir. Bu aşamada siyaset devreye girmeli ve yeni söylemin içini doldurarak onu "eylem"e dönüştürmelidir. 23 Nisan taziye mesajı ile başlayan, Davutoğlu'nun açıklamasıyla ivme kazanacağını umduğumuz yeni yaklaşımın temel ihtiyacı onun siyaset tarafından ete kemiğe büründürülmesidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA