Gündemimizdeki "sandık- demokrasi ilişkisi" tartışması toplumumuzun çoktan aşmış olması gereken, fazlasıyla sığ bir münakaşadır. Gerçekte tartışmanın temel aktörlerinin savundukları da "demokrasi" değil tarihî sürecin üretmiş olduğu tutumlardır.
1908 "İnkılâb-ı Azîm"inin iktidara getirdiği toplum mühendisliği projesi ve onu ulus-devlete uyarlayan Erken Cumhuriyet tek particiliği "sebükmağzan" olarak nitelendirdikleri ve reşit olmadığını düşündükleri kitlelere duydukları güvensizlik nedeniyle özgür seçimleri ciddî bir engel olarak görmüşlerdir. Gustave Le Bon'un "dâhi sosyolog" olduğunu varsayan bu projenin sahiplerine göre "kitle" güdülmesi gereken bir sürüden farksızdı.
Bu nedenle kitlenin kendi yararına olduğunu anlayamayacağı toplumsal dönüşümleri yapabilmek için onu karar alma mekanizmasından mümkün olduğunca uzak tutmak gerekliydi. Dolayısıyla meclis bir temsil kurumu değil, bürokrasinin uzantısı olarak örgütlenmeliydi. 1908'de başlayan toplum mühendisliği projesi bu yaklaşımını, kısa aralıklar dışında, 1946'ya kadar taviz vermeden uygulamıştır.
Bu yaklaşım nedeniyle kitlenin çoğunluğu seçim ve demokrasiyi, bireyleri "aydınlatarak" dönüştürmeyi, inanç ve geleneklerini ise ortadan kaldırmayı amaçladığını düşündüğü toplum mühendisliğine direnme aracı olarak görülmüştür. Burada ilginç olan, Âlî ve Fuad Paşaların bürokratik diktatörlüğüne karşı savaşan Yeni Osmanlılar'dan İkinci Meşrutiyet İslâmcılığı ve çok partili yaşam sonrasında şekillenen kalkınmacı muhafazakârlığa ulaşan bir çizgide "muhafazakârlığın" seçim ve temsile sahip çıkması, kendisine "ilerici" sıfatını yakıştıran bürokratik modernleştiriciliğin ise bunun toplumun zararına olduğunu düşünmesidir.
Modernleştiricilik ve sandık
Göstermelik seçimlerle meclisi bürokrasinin uzantısı haline getiren Tek Parti, çok partili rejimin ilk genel seçiminde uyguladığı "açık oy, gizli tasnif" yöntemiyle sonuçları manüpüle etmeye çalışmış, ancak 12 Temmuz 1947 Beyannâmesi sonrasında "sandık"ın neticesini kabul eden bir yaklaşımı benimsemiştir.
Özgür seçimlerin sonuçlarına itiraz etmeme, bürokratik modernleştiriciliğin, "millî hâkimiyet ve millî irade mistiği"ni kullanarak "karşıdevrim" örgütleyeceklerini düşündüğü toplumsal tercihlere izin vereceği anlamına gelmiyordu. C.H.P'nin temsil ettiği bu yaklaşıma göre "sandık"ın iradesi kabul edilmeli ama onun "etki alanı" sınırlanmalıydı. Diğer bir ifadeyle geniş yetkilere sahip, özerk bürokratik kurumlarla çevrelenen "kalkınmacı muhafazakârlık" iktidar olsa bile muktedir kılınmamalıydı.
1961 Anayasası ile yasal zemine de kavuşan bu yaklaşım "demokrasi sandıktan ibaret değildir" derken demokrasi literatüründeki farklı yaklaşımlara değil, siyasetin iktidarı bürokrasi ile paylaştığı, önemli konularda ona tabi olduğu bir "vesayet" sistemine atıfta bulunuyordu.
Günümüzde de "sandık-demokrasi ilişkisi" tartışmasına ağırlığını koyan bürokratik modernleşmeciliğin sandığın demokrasinin tek aracı olmasına getirdiği itiraz, daha katılımcı, kararların "dikey" biçimde değil "yatay" katılımla oluşturulduğu, kitle ile iktidar arasında seçim dışı iletişim mekanizmalarının işlediği bir yapılanma önermemektedir. Bu itiraz temelde "dikey" karar alımında "siyaset"in payının azaltılarak oluşacak boşluğu bürokrasinin doldurması arzusunu dile getirmektedir. Böylesi bir yaklaşımın "ideal" demokrasisi ise "vesayet"tir.
Batılılaşma hareketinin genellikle gözardı edilen bir neticesi "katılım" ve "temsil"e pek çok toplumda olduğunun tersine muhafazakârlığın sahip çıkmasıydı. Kitle desteğinden emin olan muhafazakâr çizgi "seçim" ve "halk iradesini" savunurken, bürokratik modernleştiricilik bu kavramları söylem olarak kullanmanın ötesine gitmemiştir.
Ancak burada önemli olan "demokrasi" ve "katılım" taraftarı muhafazakâr pozisyonların özde "demokrat" pozis- yonlar olmaktan ziyade "çoğunluk"u arkasına alarak yukarıdan aşağıya yürütülen toplum mühendisliğine karşı çıkmayı hedefleyen "savunmacı" tutumlar olmasıdır. Bu nedenle de kalkınmacı muhafazakârlık "katılım"ı, bilhassa iktidarda olması durumunda, "çoğunlukçuluk" olarak yorumlamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında "ideal" demokrasisi sandığın sınırlı konularda iktidar sağlaması, diğer alanlarda ise son sözü bürokrasinin söylemesi olan modernleştirici yaklaşıma karşı çıkan kalkınmacı muhafazakârlığın sunduğu alternatif, seçimin her alanda dikey karar alma ve uygulama yetkisi vererek "siyasî aktörler" dışında toplumsal grupları muhatap almayan iktidar yaratacağı bir yapıdır.
Seçeneklerimiz bunlar mı olmalı?
Dolayısıyla gündemimizdeki tartışmada toplumun önüne konulan iki temel seçenek "vesayet" ve "çoğunlukçuluk"tur. Bunlar da demokrasi kuramından değil tarihî süreç içinde oluşan pozisyonlar üzerinden üretilmektedir. Günümüzde her iki yaklaşımın da "demokrasi" kuramı açısından anakronistik olduğunu belirtmek yanlış olmaz.
Bu nedenle Türkiye'nin bu sığ tartışmaya nihayet vererek katılımcı, çoğulcu bir demokrasi ile karar alma mekanizmalarına yatay katılımı sağlayacak dönüşümleri gündemine alması gerekmektedir. Bu alanda geleneksel pozisyonlardan yola çıkarak savunulan "vesayet-çoğunlukçuluk" seçeneklerinin sürekli biçimde yeniden üretilmesi yerine Barber ve Macpherson'dan, Pateman ve Habermas'a uzanan bir yelpazedeki düşünür ve akademisyenlerin tezlerinin, akademik camia dışında da detaylı biçimde ele alınması şüphesiz tartışmanın ufkunu genişletecektir.
Örneğin Habermas'ın demokrasiyi seçimler, kuvvetler ayrılığı ya da temsille eşitlemek yerine değişik söylemleri kamusal alanda özgür biçimde tartıştırarak toplumsal uzlaşmaya dayalı karar alınmasını sağlayan bir kurumsal yapı olarak tanımlaması ilginç bir başlangıç noktası oluşturabilir. Habermas'ın gidimli (discursive) demokrasi adını verdiği böylesi bir yapı, hiç şüphesiz, ehven-i şerreyn olarak sunulan "vesayetçi" ya da "çoğunlukçu" demokrasiden çok daha eşitlikçi, çoğulcu ve özgürlükçü olabilecektir.
2013'te "Demokrasi sandıktan ibaret midir?" tartışmasının, "kitle" bürokratik vesayet rejimi tarafından eğitime tabi tutularak "aydınlatılsın" mı, yoksa çoğunlukçu bir "oyokrasi" mi olalım münakaşasına dönüşmesi, kemikleşmiş tavırları tekrar dışında yaklaşımlar üretememiş olduğumuzu ortaya koymaktadır.
Amacımız gerçekten "demokrasi"yi geliştirmek ise bu sığ tartışmayı sürdürmek yerine, her türlü fikrin özgür biçimde tartışılacağı bir kamusal alanı (başörtülülerin giremediği, polisin kimlik sorduğu her yeri kapsayacak bir saha olarak değil, Habermas'ın tanımladığı anlamda) nasıl yaratabileceğimiz, karar alma sürecine yatay katılımları nasıl gerçekleştirebileceğimiz ve "toplumsal" ile onu siyasîleştirmeden nasıl iletişim sağlayabileceğimiz üzerinde fikir üretmek şüphesiz daha anlamlı olacaktır.