Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Ortadoğu'nun trajedisi

En büyük sorunu "Ortadoğu" olmak olan Ortadoğu, büyük bir değişimin eşiğindedir. Yeni Ortadoğu, Batı projeleri takip edilerek değil, bölge yaşayanlarının çabası ve uzlaşmasıyla yaratılacaktır

Türk basınının genellikle "bataklık" metaforuyla atıfta bulunduğu "Ortadoğu," bir asır öncesinin "Makedonyası" gibi bir "sorun üretici bölge" olarak kavramsallaştırılmaktadır. Bir asır öncesinin sıradan insanların anlayamayacağı nedenlerle birbirlerini öldüren ve üzerinde yaşadıkları toprakları "Balkanlaştıran"ların yerini günümüzde aynı fiili değişik fanatizmler çerçevesinde işleyen "Ortadoğulular" almış durumdadır.
Günümüzde "Ortadoğu bataklığı"nı yaratanların belirlenmesinde kapsamlı analizlere gerek duyulmamaktadır. Geleneksel geri kalma ve çatışma nedeni "İslâm" ile tedavüle daha sonra sokulan "Araplık"ın bu konuda yeterli olduğu düşünülmektedir.

Sorumluluk kimin?
İlginç olan husus "bataklık" metaforunun ve onun oluşum nedeni olduğu ileri sürülen kavramsallaştırmaları üreten "Batı"nın bu alanda sorumluluk üstlenmemesidir.
Halbuki Ortadoğu'nun en büyük sorunu "Ortadoğu" olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, Batı merkezli bir kavramsallaştırma çerçevesinde inşa edilmesi ve şekillendirilmeye çalışılması, bu yapay bölgenin yaşadığı trajedinin temel nedenini oluşturmaktadır.
Lloyd George 1917'de bölgeye atıfta bulunduğunda "medeniyetin beşiği, medeniyetin tapınağı ve bir zamanlar insanlığın tahıl deposu olan" bu coğrafyanın sorunlarının "Türklerin kötü idaresi"nden kaynaklandığını savunmuştu. Ancak on dokuzuncu asır başından beri tedricen Batı kontrolüne giren bölgenin tümüne 1918 sonrasında "medeniyet taşıyan" Birinci Dünya Savaşı galiplerinin kurduğu "yeni düzen," varolan sorunları daha da derinleştirmişti.

Ne düzen ne "millet" ne demokrasi
Yirminci asırda birer anakronizm haline gelen çokuluslu imparatorlukların nihaî tasfiyesi başladığında Avrupalı ve "Doğulu" milletler için ayrı standartlar uygulanmıştı. Avusturya-Macaristan coğrafyasında oluşturulan çok sayıda ulus-devlet bağımsız yapılar olarak teşkilâtlandırılmışlardı. Anakronik Çarlık yapısından imparatorluk olarak anılmayan bir "imparatorluk" çıkaran Sovyetler ise Orta Asya ve Kafkasya'da yeni milletler yaratma vazifesini üstlenmişti.
Bilhassa Doğu Avrupa'da yeniden doğan ulus-devletler çokuluslu yapılar öncesi tarihî hafızayla ciddî bir örtüşmeyi yansıtıyorlardı. Çarlık dönemi etnograflarının verilerini katı biçimde uygulayan Stalin'in Orta Asya Müslümanlarını "milletler"e dönüştürmesi böylesi bir tarihî arka plana sahip değildi. Buna karşılık üretilen "milliyetler" "millet"e dönüştürülmüştü.
Çarlığın yerini alan Sovyet rejiminin tasfiyesi 1991 sonrasında başladı. Azeri- Ermeni savaşı, Gürcistan'da farklı etnik grupların merkezle çatışması, Çeçenistan'ın statü krizi, Tacikistan kanlı iktidar mücadelesi, Kırgızistan'da Özbeklerle yaşanan gerilim benzeri pek çok soruna karşın tasfiye kısa sürede belirli bir "yeni düzen"in şekillenmesiyle neticelendi.
Avusturya-Macaristan'ın 1918'de başlayan tasfiye süreci ise İkinci Dünya Savaşı nedeniyle daha da çetrefil hale gelirken, Soğuk Savaş başladığında derin dondurucuya konuldu. 1989 sonrasında yeniden ivme kazanan süreç eski Yugoslavya'nın dağılması örneğindeki kanlı, Çekoslovakya'nın ikiye ayrılması benzeri kansız değişimlerle, başta Kosova olmak üzere önemli pürüzlerin varlığına karşılık yeni bir "status quo"nun doğuşuyla sonuçlandı.
Yeni yapılanma sürecinin demokratikleşmeye etkilerine baktığımızda ise eski Sovyet coğrafyasında demokratikleşmenin beklenenden ağır seyrettiğini ve milliyetçiliği kişiselleştiren liderlerin otoriter rejimler tesis ettiklerini görmekteyiz. Buna karşılık 1914 öncesinde orta ve güneydoğu Avrupa'nın önemli bir bölümünü kapsayan Avusturya-Macaristan coğrafyasının 1989 sonrası yeniden şekillenmesi ciddî bir demokratikleşmeyi beraberinde getirdi.
Cezayir'den Yemen'e ulaşan ve 1830'da başlayarak, 1918'de savaş galipleri tarafından nihaî şekli tasarlanan Osmanlı Ortadoğusu'nun tasfiyesi ise günümüze ulaşan süreçte mevcut pürüzlere karşın kaba hatlarıyla benimsenen bir "yeni düzen"i doğurmaktan bir hayli uzak kaldı.
Bu tasfiye devasa bir yapıdan ayrılan, çokulusluluk öncesindeki yapılarla örtüşen ulus-devletler yaratma ve demokratikleşme alanlarında da oldukça farklı neticeler yarattı. Sömürgecilik ve stratejik çıkarlar çerçevesinde inşa edilen yapılar Osmanlı vilâyetlerinden, farklı mezheplerden, tarihî bölgelerde yaşayanlardan "millet"ler yaratmaya çalıştılar.
Sykes-Picot anlaşması temelinde oluşturulan sınırlarda nüfuz bölgelerini tanıma karşılığında şeyhlerin denetimine bıra- kılan "gelişmemiş" alanlar haricinde oluşturulan devletler yerel ahalinin bütünüyle dışlandığı keyfî süreçler sonrasında oluşturuldu. Büyük şehirler doğal hinterlantlarından kopartıldı. Musul'dan Basra'ya üç Osmanlı vilâyeti Irak adı altında Haşimî idaresinde örgütlenirken, parçalanan Beyrut vilâyetinin büyük bölümü Cebel-i Lübnan ile birleştirilerek "Büyük Lübnan" oluşturuldu. Buna karşılık "Büyük Suriye" tasarısı çöpe atıldı. İngiliz diplomatlarının "bir tarihî kaza" olarak adlandırdıkları Ürdün benzeri devletler kurulurken, asrın en önemli sorunu olan Arap-İsrail çatışmasının zemini tesis edildi.
Dürziler, Nusayriler benzeri dinî gruplar için ayrı devletler kuran Fransızların 1936'da "Birleşik Suriye"de karar kılmaları gibi deneme- yanılma yoluyla alınan kararlar ile sömürge ve mandat idarelerinin ortak paydalar yaratma yerine belirli etnik gruplar ya da mezheplere dayanarak yönetme arzuları, Kuzey Afrika'dan Bağdat'a ulaşan bir alanda toplumsal çatışmanın temellerini attı.
Sömürge ve mandat rejimleri sona erdiğinde ise bırakılan miras "tek adam" rejimlerinin önünü açtı. Bunların Batı ile iyi geçinenlerine "lider," onunla çatışanlarına "diktatör" dendi. Neticede Batı'nın bölgeye on dokuzuncu asırda başlayan müdahalesi, doğal olmayan sınırlar, bunlar içinde kâğıt üzerinde varolan milletler ve onları bir arada tutabilecek tek güç olarak görülen diktatörler yarattı. Suriye, Irak, Lübnan, Filistin benzeri projeleri sürdürmek son derece zorlaştı. Kısaca ne "düzen," ne "millet"ler ne de "demokrasi" oluşturulabildi.

Yeni Ortadoğu oluşurken
Burada ilginç olan Batı'nın Ortadoğu'yu dilediği gibi şekillendirilebilecek bir yapı olarak kavramsallaştırmasıdır. İkinci Körfez Savaşı sonrasında Bernard Lewis'in "Irak'da Haşimî idaresini yeniden tesis"ini önerebilmesi bu alandaki fütursuzluğun boyutunu ortaya koymaktadır.
Hâlâ yaygın kabul gören "status quo"su, sınırları, ortak paydalara dayalı kimlikleri olmayan Ortadoğu, bunları yeni uzman "projeleri"ni uygulayarak değil bölge yaşayanlarının çabası ve uzlaşmasıyla yaratacaktır.
Sykes-Picot Ortadoğusu'nun yerini, bölgede yaşayanların inşa edeceği yeni bir Ortadoğu'nun alacağı ortadadır. Ancak iki asırlık Batı siyasetlerinin yarattığı keşmekeş ve çatışma kültürü bunun için ödenecek maliyeti fazlasıyla yükseltmektedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA