Marksist tarih yazımının önemli isimlerinden Eric Hobsbawm'ın vefatı Türkiye'de fazla ilgi uyandırmadı. Bundan önce Britanya Marksist tarihçileri ve Hobsbawm'ın yirminci asır analizini ele alan aydınlatıcı yazılar (Taraf, 12 ve 14 Ocak 2012) kaleme almış olan Profesör Halil Berktay'ın değerlendirmesi (Taraf, 2 Ekim) bunun önemli bir istisnâsını oluşturdu.
Bu ilgisizliğin toplumun genelinde tarihin "tekil gerçekliği belgelerle ortaya koyma zanaati," tarihçiliğin ise "olgu tespiti" olarak görülmesinden kaynaklandığı düşünülebilir. Buna karşılık Hobsbawm örneği, tarihe yaklaşım alanında İkinci Dünya Harbi sonrasında yaşanan büyük değişimi anlamamıza fazlasıyla yardımcı olabilir.
Toplumsal tarih
İki savaş arası dönemde diplomatik ve siyasî tarih merkezli pozitivist yaklaşım, Annales okulu tarafından sorgulanmasına karşın, Harb-i Umumî'nin sorumluluğunu karşı tarafa yıkmak amacıyla diplomatik belge serilerinin yayımıyla zirvesine ulaşmıştı. Ranke'nin ifadesiyle geçmişi "gerçekte olduğu gibi" yansıtma iddiasıyla gerçekleştirilen bu tarihçilik, toplumun genelinden ziyade "seçkinler" üzerine yoğunlaşıyor ve tarihe "yöneticiler, savaşlar ve diplomatik yazışmaların" değerlendirilmesi biçiminde yaklaşıyordu. Ancak Hobsbawm'ın otobiyografisinde de değinildiği gibi 1945 sonrasında, savaş öncesinde Annales okulu/ dergisi tarafından başlatılan yeni tarihçilik yaklaşımı ciddî bir ivme kazanacaktı.
Hobsbawm'ın da üyesi olduğu ve bir dönem başkanlığını yaptığı Büyük Britanya Komünist Partisi Tarih Grubu'nun çalışmalarını, tarih yazımı açısından, pozitivist tarihçiliği eleştiren geniş "yeni tarihçilik" cephesi içinde değerlendirmek gerekir. Bu zaviyeden bakıldığında söz konusu tarihçiler "tarih"e, Marksizmin altyapı-üstyapı arasında varsaydığı belirleyicilik ilişkisini reddeden Braudel'den çok farklı biçimde yaklaşmıyorlardı. Toplumun seçkinler üzerinden değil köylüler, işçiler, serfler aracılığıyla anlaşılmasının, ekonomi tahlilinin tarihin inşaında merkezî rol oynamasının, antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimlerle işbirliği yapılmasının, Jack Plumb'ın ifadesiyle "detayı canlandıran, buna karşılık insanlık tarihinin ana hatlarını muğlâklaştıran" aşırı ihtisaslaşma yerine uzun dönemler, yapısal özellikler ve maddî koşulların dikkate alınmasının gerekliliği sadece Marksist tarihçilikçe değil, Annales okulundan daha sonra Kehr ve Wehler benzeri tarihçilerce ete kemiğe büründürülecek Tarihî Sosyal Bilimler akımına ulaşan bir yelpazede dile getiriliyordu. Herkesin üzerinde birleştiği nokta ise "toplumsal tarih"in gerekliliğiydi.
Hobsbawm, parti, tarih
Hobsbawm da "asiler," "çeteciler," "işçiler" benzeri, tarihteki rolleri üzerinde fazla durulmamış gruplar üzerine çalışarak "yeni" tarihçiliğin tezlerini dile getiriyordu. Burada Hobsbawm ve Tarih Grubu üyelerinin Zhdanov türünde "parti tarihçiliği" ve zhdanovshchina benzeri "kültür üretimi" yapmadıklarını vurgulamak gerekir. Doğal olarak "parti çizgisi" ve "Sovyet görüşü" söz konusu tarihçileri -bilhassa 1956'ya kadaretkilemişti; ama neticede Dobb, Hill, Hilton, Thompson ve Hobsbawm, Sovyet örneğinden farklı olarak değişik yaklaşımların varolduğu bir akademi içinde çalışıyorlar ve önceden belirlenmiş bir anlatımı itina ile seçilen tarihî örneklerle destekleme yerine, ciddî analizleri Marksist tahlil araçlarıyla yapıyorlardı.
Nitekim neşir hayatına Tarih Grubu tarafından başlatılan, ancak parti tarafından kontrol edilmeyen Past and Present, Marksist olmayan Ashton, Elliot, Stone benzeri tarihçilerin yazılarıyla Fransa'da Annales dergisinin gerçekleştirdiğine benzer bir "tarih yaklaşımı devrimi" yaratırken, Voprosy istorii benzeri parti yayıncılığından farklılaşıyordu. Bu çerçevede Marksist tarihçilerin, Marksist olmayan meslekdaşları tarafından da kullanılan kavramsallaştırmalar yaptıkları vurgulanmalıdır. Meselâ Hobsbawm, Ranger ile beraber yayınladığı derlemede "geleneğin icadı" kavramını geliştirmiş, bu ise Profesör Selim Deringil'in konuyu Osmanlı örneğinde ele aldığı ufuk açıcı çalışmaları benzeri yeni araştırmalara yol açmıştı.
Buna karşılık Hobsbawm ve çevresindeki Marksist tarihçiler üç temel sınırlamanın etkisi altında kalıyorlardı. Bunlardan birincisi tarihin ne kadar Marksistleştirilirse o denli "gerçek" ve "profesyonel" hale getirileceğine duyulan inançtı. İkinci sınırlama, Hobsbawm'ın da dile getirdiği gibi, 1917 sonrasını ele almanın neredeyse imkânsız olmasıydı. Nitekim Hobsbawm bu konulara ancak hayatının ilerleyen yıllarında, partinin 1991'de dağılması sonrasında girecekti. Üçüncü olarak "parti çizgisi," partinin Marksistler için neredeyse tek seçenek olduğu yıllarda harekete katılarak Hobsbawm gibi sonuna kadar terketmeyenleri, Marksist tahlil araçlarından dogmatiklikten uzak biçimde yararlanan Frankfurt Okulu takipçilerinin sahip olduğuna benzer bir serbestlikten mahrum kılıyordu.
Hobsbawm'ın "Rasyonel Marksizm" kavramsallaştırmasıyla "Eski Sol"dan "Yeni İşçi Partisi"ne geçişe yardımcı olması, onun Marksizmi, Marks-Engels Enstitüsü'nün yayınladığı "klasikler" üzerinden ve oldukça katı biçimde yorumlayan, "partiyi herşeyin üzerinde tutan" bir akademisyen olduğunu unutturmamalıdır. Bu yaklaşımı kendisinin New Left benzeri hareketlerin "entelektüel açıdan üretken olmalarına karşın önemsenemeyecek" yapılanmalar olduklarını düşünmesine de yol açıyordu.
Hobsbawm ve 1917 sonrası
Değindiğimiz sınırlamalar içinde en önemli olanı partili Marksist tarihçilerin 1917 sonrasına ait gelişmeler üzerine belirli bir "tavır" alma zorunda olmalarıydı. Bu ise onların bu olaylara "tarihçi" olarak bakmalarını zorlaştırıyordu. Nitekim Hobsbawm, yirminci asır üzerine kaleme aldığı Aşırılıklar Çağı: Kısa Yirminci Asır, 1914- 1991 eserinde, Sovyet deneyinin başarısızlığını örtmek, onu "Batı'nın kurtarıcısı" olarak sunmak amacıyla bin dereden su getirmek zorunda kalıyor, bu nedenle de objektiflikten, önceki dönemleri ele alan çalışmalarıyla kıyaslanamayacak derecede uzaklaşıyordu.
Avrupa'da Faşizmin yükselişi döneminde yetişen, Sovyet deneyinden mucize bekleyen ve tek alternatifleri parti olan Marksistlerden bu alanda objektiflik beklemek belki de fazla anlamlı değildir. Hobsbawm gibi Weimar Cumhuriyeti'nin son günlerini Sozialistischer Schülerbund üyesi bir delikanlı olarak gözlemledikten sonra İngiltere'ye sığınmış bir akademisyen için bunu sergileyebilmek şüphesiz daha da zordu.
Ama bu Hobsbawm'ın anladığı anlamda ortodoks Marksist tarihçiliğin günümüz için bir anakronizm olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Onun vefatı zaten ölmüş bir geleneğin fiilen sona ermesidir. Buna karşılık bu geleneğin tarihçiliğin genel anlamdaki değişiminde oynadığı rolü küçümseyebilmek mümkün değildir.