"İslâmcılık" İkinci Meşrutiyet Dönemi'nde entelektüel tartışmanın merkezine taşınarak siyaseti derinden etkiledi ve demokratikleşmeye katkıda bulundu. Zaten İslâmcılık, eski rejime onu "istibdad" olarak kavramsallaştırarak muhalefet etmiş, sultana mutlak itaati savunan geleneksel ûlemayı da şiddetle eleştirerek anayasacı harekete destek vermişti.
Meşrutiyetten Cumhuriyet'e İslâmcılık
Said Nursî'den Mehmed Âkif'e, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi'den Said Halim Paşa'ya uzanan bir yelpazedeki "İslâmcı" liderler II. Abdülhamid rejimine muhalefet etmişler ve Müslüman aktivizminin, iktidarın kanuni esasî ile sınırlandırılacağı özgürlükçü bir rejime geçiş amacıyla kullanılmasına katkıda bulunmuşlardı.
Benzer şekilde Abduh'un önde gelen takipçisi Reşid Rıza da sultanı destekleyen çizgisini terkederek Şûra-yı Osmanî Cemiyeti kuruculuğuna varan bir noktaya ulaşmış, Suriye'de güç kazanan Selefî hareketinin lideri Cemaleddin el-Kasımî ise eski rejimin sona ermesinin Fransız ve Amerikan devrimleri ölçeğinde bir gelişme olduğunu savunmuştu.
Buna karşılık "İslâmcılık"ın, yeni rejimin "siyaset belirleyicisi" İttihad ve Terakki ile ilişkisi umulandan farklı oldu. İttihadçı liderlerin gözünde "Müslüman aktivizmi" o denli önemliydi ki, bunun "İslâmcılar"a bırakılabilmesi mümkün değildi. Bu nedenle, kısa süreli bir balayı sonrasında, bilhassa 1912'den itibaren "İslâmcılar"ın çoğunluğu Türkçülüğe kayan ve Müslüman aktivizmini bir araç olarak gören İttihad ve Terakki'ye muhalif bir tavır aldı. Said Halim Paşa benzeri kıdemli İttihadçılar da eleştirilerini cemiyet içinde dile getirmeye çalıştılar.
İstiklâl Harbi, Erik-Jan Zürcher'in "Müslüman milliyetçiliği" olarak tanımladığı söz konusu aktivizmin ne denli etkili olabileceğini ortaya koydu. Bu aktivizm gerçekten de direnişin motor gücüydü ve seküler eğilimli liderleri bile "İslâmcı" gibi konuşmak zorunda bırakmıştı. Ancak onların projesinde İslâmcı tezlere yer yoktu. Savaşı kazanmak için gerekli görülen "Müslüman aktivizmi," seküler milliyetçi bir ideolojiyle inşa edilecek ulus-devlet için bir "değer" olmadığı gibi kullanılabilecek bir "araç" bile değil, bir "tehdit"ti. Dolayısıyla İslâmcılar kendilerini bir kez daha muhalefette buldular.
İslâmcılık ve entelektüel alan
Ancak bu muhalefet geçmiş tecrübelerden farklıydı. II. Abdülhamid rejimi resmî "İslâmcılık" dışındaki yorumlara izin vermemiş, İttihatçılar "Türkçü İslâmcılık" yapılanmasıyla Müslüman aktivizmini milliyetçiliğe yönlendirmeye çalışmışlardı. Ama "İslâm" bir referans noktası olma vasfını korumuştu; "entelektüel" alandaki yeri de oldukça muhkemdi.
Nitekim materyalizmin din haline getirilmesi projesi bile bir "İslâmcı" tasavvur olarak geliştirilmişti. Abdullah Cevdet "İctihad" adını verdiği mecmuasıyla tüm İslâm âlemini dönüştürecek, onun modernliğe uyum sağlamasını temin edecek bir projeyi gündeme getirmeyi hedeflemişti.
İctihad'ın ilk sayısında sorulan "Âlem-i İslâmın inhitâtını muceb olan esbab ü ahvâl nelerdir?" ve "Müslümanlara bir hayat-ı taze vererek âlemi İslâmı inkırâz-ı küllîden kurtarmak için en müessir tedbir nedir?" sorularına, Abdullah Cevdet'in verdiği cevap "İslâmın özünün modern deneysel materyalizm olduğunu, bunun İslâmın temel kaynaklarından çıkartılabileceğini Müslümanlara kabul ettirmek" oluyordu. Kendisine materyalist bir müçtehid pâyesini veren, Abduh'u rol modeli olarak benimseyen Abdullah Cevdet'in projesinin ne derece anlamlı olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Burada altı çizilmesi gereken "materyalizm"in bile "İslâmcı" bir proje olarak sunulmasına neden olan "entelektüel ortam" ve toplum algısıdır.
Bu ortam, yeni ulus-devlette yerini "İslâmcılık"a ancak "muhafazakârlık" ya da "muhafazakâr-milliyetçilik" benzeri kavramlarla atıfta bulunabildiği bir yapıya bırakmıştı. Burada önemli olan "İslâmcılık"ın "entelektüel tartışma alanı" dışına çıkarılmasıdır. Bunun İslâmcılığın Arap dünyasında yerel milliyetçilikler, Nâsırcılık ve Pan-Arabizm benzeri akımlar karşısında gerilemesinden farklı olduğunu vurgulamak gerekir. Somut bir örnekle ele alacak olursak beklediği ilgiyi görmemesine karşılık II. Abdülhamid'e eğitim projesi sunabilen, İttihad ve Terakki tarafından "Kâbei Hürriyet Selânik'te" "hürriyet"i anlatan konuşma yapması istenen, 1922'de TBMM'ye davet edilen Said Nursî, erken Cumhuriyet döneminde resmî söylem tarafından merkezî entelektüel tartışmanın tamamen dışında, "çağdaşlık karşıtı hurâfât neşredicisi bir meczup" olarak tavsif ediliyordu.
Cumhuriyet serüveni
Aktivizmi milliyetçiliğe yönlendirilen ("İslâmcılık"ın bir kanadının İttihadçılığın Türkçü İslâmcılığını tersine çeviren İslâmcı Türk milliyetçiliği yaratarak varlığını sürdürme çabası da bu süreci hızlandırmıştır), entellektüellik vasfı reddedilen "İslâmcılık" böylesi bir ortamda zorunlu olarak fazlasıyla tedafüî bir karakter kazanıyor ve "geleneği koruma ve aktarma"ya odaklanıyordu. Bunun maliyeti ise bilhassa imparatorluktan müdevver İslâmcı entelektüellerin vefatları sonrasında entelektüel üretim kalitesinin fazlasıyla düşmesi oluyordu. Örneğin "Âdil Düzen," Muhammed Bakir el-Sadr'ın İktisadunâ çalışmasında ortaya koyduğu tezlerin (bunlara katılıp katılmama ayrı bir sorundur) düzeyiyle kıyaslandığında bir sloganlar derlemesi olmanın ötesine gitmez.
Entelektüel düzeyde kendisini yeniden üretemeyen ve büyük çapta İkinci Meşrutiyet Dönemi'nde de faaliyet göstermiş liderlerin çabasıyla sınırlı kalan "İslâmcılık"ın bir kapalı devre tartışmaya dönüşmesi, onun farklı şekilde kavramsallaştırılması neticesini doğurdu. Böylece imam-hatip okulları ve Kur'an kursları açılması, cami inşa etme benzeri çabalar, dinî motiflere yer veren edebî eserler kaleme alınması, hattâ bizatihi dindarlık, "İslâmcılık" olarak tanımlamaya başlandı. Anılan faaliyetler ya da Millî Nizâm Partisi ile başlayan siyasete katılım hamleleri, son tahlilde, "İslâmcılık" değildir. Günümüzdeki İslâmcılık tartışmasında yaşanan kavram kargaşasının da nedeni budur.
"İslâmcılık" hareketi siyaseti bir "amaç" olarak görmemekle birlikte, resmî ideolojinin iddiasının aksine, on dokuzuncu asırdan itibaren siyasetin ve toplumun demokratikleşmesine ciddî katkılarda bulunmuştur. Onun entellektüel alanın dışına sürülmesi toplumumuzun entelektüel kapasitesine önemli bir darbe vurmuştur.
Bu süreçte İslâmcılığın önemli entelektüel katkılar yapamaması ile "siyaset" ve dindarlığın "İslâmcılık" olarak kavramsallaştırılmasının sorumlusu İslâmcılar değildir. Buna karşılık "İslâmcılık"ı yeniden merkezî entelektüel tartışmaya dahil etmeyi ancak İslâmcılar başarabilirler. Bu da siyasetle değil entelektüel faaliyetle gerçekleştirilebilinir. "Din"in kamusal alanda farklı bir rol oynayacağı postmodern dünyada buna fazlasıyla ihtiyaç vardır.