Yükseköğretimin birinci amacını "Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı . . . vatandaşlar" yetiştirmek, ana ilkesini de "Öğrencilere, Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması"nı sağlamak (orijinal metinde "Atatürk" kelimeleri büyük harflerle yazılmıştır) olarak belirleyen 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu'nda değişik yapılarak, zorunlu "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" dersinin kaldırılması için çalışmalar başlatıldığı haberi ciddî bir tartışmaya neden oldu.
Konu gerçekte basit bir müfredat değişikliğinin oldukça ötesinde bir ehemmiyeti haizdir. Herşeyden önce yetişkin toplumsallaştırmasının da ötesine geçerek, ideolojik endoktrinasyon aracılığıyla tek tip vatandaşlar yetiştirmeyi hedefleyen bir toplumsal mühendislik projesinin yükseköğretime biçtiği işlevin, demokratik ve çoğulcu bir toplum tarafından kabul edilebilmesi mümkün değildir.
Bunun yanısıra "tarih," "devrim" ve "milliyetçilik" benzeri kavramların kişiselleştirilmesi ve şahıs kültü pekiştirilmesi amacıyla kullanılması da demokratikleşme çabalarına karşın, otoriterliğin kendisini yeniden üretmesine yol açmaktadır.
Bunlara ilâveten adının da ortaya koyduğu gibi "üniversal" olması gereken "üniversite"nin, bir "milliyetçiliğe bağlı hizmet bilincinin kazandırılması" için araç olarak kullanılması, onun doğasına aykırıdır.
Dolayısıyla söz konusu derslerin kaldırılması üç temel sonuç doğuracaktır. Bunlardan birincisi bir demokrasi ve çoğulcu yapıda olmaması gereken ve gerçekte herhangi bir etki de yaratmayan ideolojik endoktrinasyonun sona erdirilmesidir. İkincisi ise otoriterliğin kişisel kült kullanımı aracılığıyla sürdülmesinin önlenmesidir. Bunlara ilâveten böylesi bir karar, "üniversite"nin kendi doğasına aykırı amaçlar için kullanılmasına da engel olacaktır.
Endoktrinasyon etkili mi?
Ulus-devlet kurucuları, dönemin, benzeri dönüşümleri gerçekleştiren diğer hareketlerinin liderleri gibi "İnkılâb"ı kitlelere benimsetmeyi temel hedeflerinden birisi olarak görmüşlerdir. 1925'te Ankara Hukuk Mektebi ders programına konulan ve Mahmut Esad (Bozkurt) tarafından verilerek "Türk İnkılâbı"nın "eşsizliği" ile diğer örneklere üstünlüğünü vurgulayan "İhtilâller Tarihi" derslerinin radyo aracılığıyla tüm ülkeye yayınlanması, bu çabanın ilginç bir örneğidir.
Rejimin yerleşmesi ve otoriterliğin Avrupa'da kazandığı ivme sonrasında ise bu hedefe yönelik kurumsal yapıların oluşturulması gündeme gelmiştir. İlkokul "andının" da yazarı olan Reşit Galip Bey'in "üniversite tahsilini kemâle erdirecek" Türk İnkılâbı Enstitüsü projesi, Darülfünûn reformu sonrasında hayata geçirilmiştir. İstanbul Üniversitesi bünyesinde oluşturulan bu enstitüde verilen derslerin bir kısmı radyodan da naklen yayınlanıyor ve pek çok lisede son sınıf öğrencilerine takip ettiriliyordu. Daha sonra Ankara Üniversitesi müfredatına da alınan bu dersler, sadece "İnkılâb"ın "eşsizliği"ni değil, Türk tek parti rejiminin de dünyada varolanların "en iyi ve en başarılısı" olduğunu vurguluyorlardı.
Türk ideokrasisinin süreç içinde logokrasiye evrilmesi ve toplumun resmî ideolojiyi söylem düzeyinde yeniden üretmeye başlaması sonucunda endoktrinasyon, görünürdeki etkinliğine karşın, işlevini yitirdi. Zorunlu "Devrim Tarihi" dersleri sınavları "nelerin söylenip," "nelerin söylenmeyeceği" ve "söylenebilecekler"in hangi kalıplar çerçevesinde dile getirilebileceğini belirleyen logokrasinin nasıl işlediğini gösteren ilginç örneklerdi.
12 Eylül rejiminin endoktrinasyon alanındaki başarısızlıktan ciddî rahatsızlık duyduğu açıktır. Ancak cunta liderlerinin anlayamadıkları nokta, ideokrasi niteliğini kaybetmiş bir yapıda, hele otokrasi gevşetilip sınırlı çoğulculuğa izin verildiğinde, etkili bir endoktrinasyonun gerçekleştirilemeyeceğiydi. Nitekim büyük ümitlerle tüm üniversitelerde yapılandırılmaları kararlaştırılan "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" enstitüleri ve onlar tarafından tüm talebelere okutulan zorunlu dersler umulan neticeyi sağlamaktan uzak kaldılar ve 1980 öncesinde olduğu gibi resmî ideolojinin söylem düzeyinde tekrarının ötesine gidilemedi. Tek farklılık bu tekrarın, başka bir ifadeyle logokrasinin, yoğunluk derecesinin artması ve "nelerin nasıl söylenebileceği" konusundaki sınırlamaların (örneğin bâzı ifadelerin ancak "sözde" eki ile kullanılabilmelerine izin verilmesi) pekiştirilmesiydi.
Kavramların kişiselleştirilmesi
Bu derslerin diğer bir işlevi de "tarih," "devrim" ve hattâ "milliyetçilik" benzeri kavramların "kişiselleştirilmesi"ydi. Burada Mahmut Esat Bozkurt benzeri siyasetçiler tarafından geliştirilen derslerin adının "Atatürk İnkılâbı Dersleri"ne dönüştürülmesi önerisine, bizatihi Atatürk tarafından karşı çıkıldığını belirtmek gereklidir.
Buna karşılık 1940'ta yayınlanacak kitabına Atatürk İhtilâli adını verecek olan Bozkurt, İnkılâp Tarihi derslerinde de "inkılâb"ı fazlasıyla kişiselleştirmişti. Bu kişiselleştirme daha sonra yakın tarihe yansıtılarak 1918 sonrası bir lider tarafından "yapılan" bir zaman dilimine dönüştürülmüş, nihayet 12 Eylül sonrasında "milliyetçilik" benzeri kavramlar dahi kişiselleştirilmiştir.
Böylesi kişiselleştirmelerle pekiştirilen şahıs kültü ise otoriterliğin yeniden üretilmesinde kullanılmaktadır. Otoriterliğin bu tür "somutlaştırıcı" kişiselleştirmelerden fazlasıyla istifade ettiği açıktır. Nitekim Marx'ın Simon Bolívar'a, yarattığı şahıs kültü nedeniyle yönelttiği eleştiriler ortada iken ve Alexander Serafimovich benzeri yazarlar kişiselleştirmenin önlenmesi amacıyla tüm işçi sınıfının kolektif olarak kahramanı olduğu romanlar kaleme alırken, Marksizmin uygulayıcısı olduklarını iddia eden Sovyet yöneticileri bir Lenin kültü yaratılmasının gerekli olduğu kararına vararak, 1923'te daha sonra Marksizm ve Leninizm Enstitüleri'ne dönüştürülecek V. I. Lenin Enstitüsü'nü kurmuşlardı.
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersleri türünden endoktrinasyon amaçlı ve şahıs kültü pekiştirerek otoriterliği yeniden üretmeye çalışan araçların demokratik bir toplumda yeri yoktur. Söz konusu endoktrinasyonun gerçekte resmî ideolojinin söylem düzeyinde tekrarı ötesinde bir etkisinin olmaması, bu derslerin sürdürülmesini ve "üniversite"nin bunun aracı haline getirilmesini meşrulaştıramaz.
Atatürk'ü silmek mi?
Konuya "Atatürk'ü silmeye çalışıyorlar" şeklinde yaklaşılması ise her türlü anlamsızlığın ötesindedir. Mesele Atatürk ve 1919 sonrası dönemle ilgili araştırma yapılması ve bu konularda dersler verilmesi değildir. Sorun bu konuların çoğulcu biçimde ve farklı görüş açılarından ele alınabilmesi ve ideolojik bir kalıp içinde, endoktrinasyon amacıyla üniversite öğrencilerine aktarılmamasıdır.
Bir örnek verilmesi gerekirse, tüm yükseköğretim kurumlarında "Washington milliyetçiliğine bağlı hizmet bilinci kazandırma" amacıyla zorunlu "Washington İlkeleri ve Amerikan Devrimi Tarihi" dersleri okutulmayan Amerika, George Washington'u silmemekte, sadece onu kültleşmeyerek tarihselleştirmektedir.