Atv'nin yeni dizisi Vermem Seni Ellere'yi izlerken hem gururlandım hem de mahcubiyet yaşadım. Gurur duydum, çünkü dünyanın en güzel ülkesinde yaşadığımı bir kez daha anladım. Utandım, çünkü Türkiye'nin hemen her yerini görmeme rağmen bir türlü Ordu'ya gidip bu resim sergisi gibi şehri görmek nasip olmamıştı. Dizi sayesinde Karadeniz'in şahane yaylalarını, vadilerini, akarsularını, her virajda değişen başı dumanlı manzaralarını içime sindire sindire seyrettim.
Ne yalan söyleyeyim, Ordu başrolü çalınca, hikayenin içine girmekte zorlandım ve "Gidince mutlaka şurayı da görmeliyim" diye planlar yaptım. İnşallah, Vermem Seni Ellere bizi Ordu'ya doyurur. Diğer pek çok dizide olduğu gibi ikinci bölümünde İstanbul'a taşınmaz.
Dizinin genç ve isimsiz oyuncuları kısmen başarılıydı. Özellikle Emre Bey'in geleceğini çok parlak gördüm. Cihat Tamer'i izlerken de "Tiyatronun ve sinemanın olgun oyuncularına neden daha fazla rol verilmez?" diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Büyükbaba rolünde göründüğü her sahneye büyük kalite kattı.
Vermem Seni Ellere her haliyle "yaz dizisi" hafifliğinde. Paltolardan kurtulup, tişört giymek gibi insanı ferahlatıyor. Anadolu masalı tadında, insanın ruhuna yelpaze sallıyor. Yolu açık olsun...
En mutlu çıraklar
Herkesin bir aile hekimi var. Benim de bir "otomobil hastası" olarak doktorum, Maslak Peugeot'dan Metin Usta. Oraya sadece arabamı tamir ettirmek için gitmiyorum. Onun sohbeti ve bilgeliği bana da iyi geliyor. Ayrıca servisin içindeki o huzur havasını solumaktan da büyük keyif alıyorum.
Son gidişimde yaz tatilinde çıraklık için servise alınan çocukları gördüm. Hepsi birbirinden çalışkan, zeki, saygılı, zehir gibi çocuklardı. Ama asıl dikkatimi çeken, servisteki usta ağabeylerinin onlara karşı tavırlarıydı.
Adeta evlat ya da kardeş edinmişlerdi çırak adaylarını. Biri, "Doğru söyle, sabah kahvaltı ettin mi? Yalan söyleme, hemen git karnını doyur. Burada aç çalışılmaz" diye ısrar ediyordu. Bir başkası, "Hemen git ellerini yıka. Sakın süngerin yeşil tarafını sürme eline" diye uyarıyordu kardeşini.
Eskiden çırakların yemediği dayak, işitmediği küfür kalmazdı. Belki hâlâ aynı yöntemle usta yetiştireceklerini sananlar vardır. İşte onun için servisin adını, sanını vererek yapıyorum bu yorumu. İyiliğin, güzelliğin, özenin, şefkatin her zaman karşılık göreceğini cümle alem bilsin diye...
Sarı saçlı olmayınca...
Geçen haftanın en dramatik olaylarından biri, Yunanistan açıklarında kaçak göçmenlerin bindiği teknenin alabora olmasıydı. Aralarında bebeklerin de bulunduğu 650 kişi bu olayda hayatını kaybetti.
Şöyle bir olan bitene baktım. AB'den, BM'den "dostlar alışverişte görsün" misali cılız taziye mesajları verildi. Bazı batılı kuruluşlar ise olayı görmezden gelip, kulaklarının üstüne yattılar.
Çünkü ölenler Suriyeliler, Iraklılar, Afganlardı. Ya o 650 kişi Ukrayna'daki savaştan kaçarken ölseydi? Bir batılı gazetecinin dediği gibi, "Bu kez ölenler sarı saçlı mavi gözlü" olacak, yer yerinden oynayacaktı.
Ya insanlık öldü, ya Hitler hortladı.
Ne demiş?
Sezon geldi, çıraklık kriterleri açıklandı: "Öğrenci alımlarımız başlamıştır. NOT: 5 zayıf üstü tercihimizdir. Kaportacı Bayram Usta."
Gaf kürsüsü
Oyuncu Ahmet Mümtaz Taylan, "Başta LGBT+ bireylerin babaları olmak üzere tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun" mesajıyla tepki topladı. (Şehit babaları kaçıncı sırada acaba?)
Zap'tiye
Eskiden yağmur yağardı, şimdi sel yağıyor. Eskiden toprak kayardı, şimdi dağ yürüyor. Eskiden hortum deyince akla balkon yıkamak gelirdi, şimdi felaket geliyor. Doğanın intikamı acı oluyor.