Haberleri izliyorum; kan, terör, vahşet... Dizilere geçiyorum; kurşun, gözyaşı, ihanet... Tartışma programlarına zıplıyorum; nefret, küfür, hakaret... Gündüz ekranı deseniz, hepsine okutur rahmet...
Onca kanal, onca program arasında tek bir güldürü ve sadece bir tane müzik/eğlence programı kalmış... Yani ekran başında kaçacak yer, sığınacak liman, insanın ruhunu dinlendireceği bir kuytu köşe yok... Ekrandan üzerime bulaşan kiri, pası biraz arındırmak için belgesel kanallarına sarılıyorum, orada da plastik dolan okyanuslar, kirlenen hava, soyu tükenen hayvanları görünce içim daralıyor.
Sonra da diyoruz ki, "Nasıl bu kadar delirdik, neden bu denli şiddete meylettik, tahammülsüz olduk?" Oysa televizyonun icadının iki temel amacı vardı: Birincisi, film izleme keyfini eve taşımak. İkincisi, evde ailece eğlenmeyi masrafsız hale getirmek. Televizyonu icat eden elin oğlu, şimdilerde bizim ekranların halini gördükçe mezarında ters dönüyordur herhalde...
Biz ne yazık ki televizyonu eğlence dışında her işe alet ediyoruz. Kara propaganda, dezenformasyon, toplumun fabrika ayarları ile oynama, deri altına zehir enjekte etme ve daha nicesi...
En tehlikeli silah, görünmez olandır. Niyetim, ekmeğimi çıkarttığım şu ekrana ihanet etmek değil elbette ama televizyon artık nükleer silahlarla yarışıyormuş gibime geliyor...
Bir şiir koptu içimden...
Madem televizyonun olumsuz etkilerinden söz ettim, o zaman son şiirimi de sizlerle paylaşmanın zamanıdır. Bu arada üçüncü şiir kitabım Sensizlik Bekçisi'nin baskı aşamasına geldiğini ve yakında okurlarla buluşacağını da haber vereyim.
TV YAZARININ ŞİİRİ
Ömrüm ekran başında, hayatım hep düz kare
Sanki hayat değil de, başa sarılan VTR
Önümde sıraya girer dizi dizi yaşamlar
Bir yanda dansöz erkek, öte yanda kaşarlar
***
Yemek programı diye, öfke kusup masaya
Ne etik dinlerler, ne uyarlar yasaya
Her haber bülteni evlere şiddet taşır
Tartışma dedikleri eski yaraları kaşır
***
Ben çok kirlendim dostlar, bu ekranın başında
Psikopat oldum resmen, şu gecikmiş yaşımda
Yaşlandım vaktinden önce, kumandayla elimde
Uyarmaktan tüy bitti şu perişan dilimde
***
Ben çok yavaş sanırken, hayat hızlı çekimmiş
Tekrarı yok pozisyonun, geçenler ömürlermiş
Yönetmenin emrine ne itiraz edin ne direnin
Çünkü sonuna geldik, bize ayrılan sürenin
Elveda Beyoğlu...
Beyoğlu'nu "Beyoğlu" yapan semboller birer birer tarihe karışıyor. Lale Plak, Denizler Kitapçısı, İnci ve Markiz'den sonra Türkiye'nin ilk pastanesi olarak bilinen Lebon da kira kıskacına kurban gitti. Sıradan bir esnafın kolay kolay baş edemeyeceği sınırlara dayanan kiralar yüzünden bu tarihi pastane de kapandı.
Eskiler, Beyoğlu'na çıkmak için en güzel kıyafetlerini giydiklerini, berbere gidip tıraş olduklarını, en çekici kokularını sürdüklerini anlatır, orada bir tur atmanın bile "prestij" sayıldığını söylerlerdi.
Ne yazık ki Beyoğlu artık yabancıların oldu. Sefasını sürsünler...
Zap'tiye
Hindistan'da 8 yaşındaki çocuk, kobra yılanını ısırarak öldürdü. Alın size haber! (İletişim fakültelerinde "Köpeğin, adamı ısırması haber değildir. Ama adam, köpeği ısırırsa haberdir" diye öğretilir)
Gaf kürsüsü
Londra'daki basın toplantısında bir gazeteci, Kemal Kılıçdaroğlu'na sordu: "İngiltere'ye temiz para bulmaya gidiyorum dediniz. Geçmişte de onlara tefeciler demiştiniz. Times Gazetesi ve Şeffaflık Enstitüsü'ne göre İngiltere en fazla kara para aklanan ülke, gri listede, ne diyorsunuz?" Kılıçdaroğlu zorda kaldı: "Bilmiyordum..."
Ne demiş?
İrem Derici, Özgür Aras'a verdiği röportajda önemli bir itirafta bulundu: "Ben öyle ipiyle kuyuya inilecek bir tip değilim."