Türkiye, dört tarafının savaş alanına döndüğü bir uluslararası konjonktürde, tarihinin en katılımcı ve en demokratik parlamento seçimlerinden birini gerçekleştirdi. İlk kez yurtdışında yaşayan Türkler önemli ölçüde oy kullanma imkânı bulabildiler. Seçimlerin yarattığı sürpriz sonuçlar, ilk saat ve günler sonrasında, muhalefet partileri açısından daha serinkanlı bir yaklaşımla değerlendirilebilirdi. Maalesef olamadı.
Muhalefet sözcüleri seçim sonuçları kesinleştiğinden beri demeç üzerine demeç veriyorlar. Ancak bunların hiçbiri, ciddi bir koalisyon görüşmesi sürecine altyapı oluşturacak nitelikte değil. Büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı bir "taarruz savaşı" başlatmak üzerine kurulu demeçler ve açıklamalardan oluşuyor. Bu hengâmede devlet vakarına uyan adımlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan geldi. Meclis açılışında geçici başkanlığı üstlenecek olan tecrübeli siyasetçi Deniz Baykal ile görüşme yaparak, siyaset adabına uygun adımları atmaya başladı. Ardından da meclisin açılıp milletvekillerinin yemin etmesinden sonra en fazla oyu alan partinin lideri Başbakan Prof. Ahmet Davutoğlu'na görevi tevdi edeceğini, onun hükümet oluşturamaması durumunda ise ikinci gelen partinin başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na görevi vereceğini söyledi. Hükümetin istifasını kabul etti ve yeni hükümet kurulana dek görevi sürdürmesini istedi. Bunlar demokrasilerde alışılmış ve gelenekselleşmiş adımlar olarak, kimsenin sandalye çoğunluğu kazanmadığı bir seçim sonrasında siyasi atmosferi yumuşatmak açısından önemli bir işlev gördü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu yatıştırıcı ve gerginlik azaltıcı üslubunun muhalefet üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Siyasi tartışma, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedefleyen demeçler serisi haline geldi. Hatırlamakta yarar var, yüzde elli iki oyla ilk turda cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan'ın görevi, 19 Ağustos 2019'a kadar sürecek. Hem bu dönem hem de gelecek dönem parlamento seçimlerinden sonra Başbakanlık görevi tevdi etmek onun uhdesinde olacak. Eğer arada başka parlamento seçimleri olursa, gene yetki Cumhurbaşkanında olacak.
Siyasi ortam bu denli gerilmiş ve siyasi manzara bu denli parçalı iken, aklı başında hiç kimse, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın parti temsilcileriyle görüşerek nabız yoklaması yapmasını yadırgayamaz. Ancak bizde ciddi biçimde yadırganıyor ve sıklıkla muhalefet temsilcilerince itirazlar dile getiriliyor. Muhalefetin hedefi, sanki hükümet kurmak için müzakerelerde bulunmaktan çok, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı birleşik bir cephe oluşturmak gibi görünüyor.
Seçimlerin hemen ertesinde, Cumhurbaşkanlığı döneminde Abdullah Gül'e danışmanlık yapmış olan eski gazeteci Ahmet Sever'in kaleme aldığı anılar kitap olarak basıldı. Her şeyden önce, "danışman" sıfatıyla önemli devlet işlerinde rol alan biri, en az on yıl geçtikten sonra hatıratını kaleme alır, gelişmiş demokrasilerde bu böyledir. İkincisi, "biz aslında Recep Tayyip Erdoğan'ı tasvip etmiyorduk" havasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı eleştirenler grubuna katıldığını vurgulamak için kaleme alınmış bir dizi olayın kimi, ne kadar, neye inandıracağını bilemem. Ancak toplumda bu tür "arkadan vurma" tabir edilen hareketler hoş görülmez. Yazana da, yazdırana da çok hayır getireceğini sanmıyorum. Bu tür bir operasyonun, içerde ve dışarda yansımaları olacaktır, iyi niyetle yapılmadığı da kuşku götürmez.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye'de siyasi hareketlerin ve bazı eski siyasetçilerin asıl derdinin hükümetin kurulması, koalisyon protokolü, Türkiye'nin selameti gibi hususlar olmadığını, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı bir "kan davası" oluşturmak istediklerini ve bu uğurda da her türlü olanağı kullanmaktan çekinmeyeceklerini gösteriyor. Bu kimseyi selamete çıkaracak bir yol değil, demokrasi için hiç olumlu bir gelişme de değil. Bunun adına koalisyon kurmak için mücadele denemez, bu sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı yürütülen bir kan davası, başka açıklaması da yok...