Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yemen'de gelişen son durum açısından, İran'ın Ortadoğu'daki rolü hakkında çok sert bir açıklama yaptı. Bundan önce de, Yemen'de seçilmiş hükümetin iktidarda kalabilmesi için gerekirse Türkiye'nin "lojistik" destek vereceğini açıklayarak, önemli bir uyarıda bulunmuştu.
Türkiye gerek Irak, gerek Suriye'de dışarıdan yapılabilecek askeri müdahalelere daima olumsuz duruş sergiledi. Ancak bölgede devlet yapısının yok olduğu bir aşamada, esas olarak barışın tesisi ve sivil halkın korunması unsurları üzerinde durdu. Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlık döneminde de Cumhurbaşkanlığı döneminde de üstünde ısrarla durduğu çok önemli iki husus vardı: Birincisi, gerek Suriye, gerek Irak'taki merkezi otoritelere destek vermek ve onların demokratik, çoğulcu bir altyapıya geçişlerini teşvik etmek;
İkincisi, bunlar yapılamadığında, bölge ve ülke halklarının can ve mal varlığını korumaya alabilecek bir sistemin, uluslararası hukuk çerçevesinde yerleştirilmesi için mücadele... Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu tavrının tutarsız ya da taraflı olduğunu söylemek için en hafifinden nesnel yaklaşımdan yoksun olmak gerekir. Suriye, Rafik Hariri suikastından sonra tüm uluslararası platformlarda izole edilmiş durumdayken, Esed ve hükümetine kurtuluş penceresi açan Türk hükümeti olmuştu. Aynı biçimde, Irak ile Kuzey Irak Kürdistan bölgesi sorunları açısından Türkiye son derece yapıcı tavır sergilemiş, hatta Irak Kürdistanı'nın bugün ulaşabildiği refah ve istikrarı büyük ölçüde sağlayacak bir dayanışma göstermişti. Bunların da ötesinde, bölgeye huzur getirebilecek çok önemli bir girişimin temellerini atarak, Lübnan, Ürdün, Suriye ve Türkiye'yi kapsayacak bir serbest ticaret birliği kurulmasına önayak olmaya çalıştı. Bölgede iç savaş çıkmasaydı, bu sistem 2011'de işlemeye başlayacaktı. Gazze saldırısı ve Mavi Marmara felaketi öncesinde ise, İsrail ile ilişkiler son derece yoğun ve dostane düzeydeydi. Suriye ile İsrail'in görüşmeleri, Türkiye'nin aracılığıyla gerçekleşebilmişti.
Türkiye, bütün barışçı girişimleri, Lübnan'da, Suriye'de, Irak'ta ve Filistin'de sonuna dek desteklemekten geri durmadı. Bu ülkelere silah satmak için fırsat kollamadı, kendisine yöneltilen eleştirileri de, ufukta gördüğü barış ve istikrar hedefi adına samimi biçimde göğüsledi.
İran, altmış senedir, yani Şah Rıza'nın 1953'te başlayıp 1979'da sona eren diktatörlüğü zamanında da, sonrasında gelen İslam Cumhuriyeti döneminde de, çevre ülkeler için istikrarsızlık ihraç eden bir ülke oldu. Türkiye, gerek kendi topraklarında, gerek bölge ülkelerde daimi biçimde hukuk dışı siyasi ve terörist örgütlenmeleri destekleyen İran ile de, devletten devlete olan ilişkilerini kabul edilebilir bir düzeyde tuttu. İran üzerindeki ambargonun, İran halkına kalıcı hasar vermesini müttefikleriyle görüşerek engellemeyi başardı. Ancak son dönemde İran, Irak savaşından bu yana göze alamadığı bir aşamayı da atlamış ve kendi askerlerini ve milislerini bölgede çarpışan güçlerin yanında doğrudan savaşa sokmuş bulunuyor. Silah ve mühimmat konusunda önemli bir destek sağlıyor. Tamamen yok olmuş devlet altyapısını, Suriye'de, Irak'ta ve Yemen'de daha da ciddi biçimde ortadan kaldırmak için saklanıp gizlenmeye gerek görmeden ortaya çıkıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İran'ın son Yemen iç savaşına dâhil olmasına karşı yaptığı çıkış, ne bir "mezhepsel" tutum, ne de bugüne dek aldığı tavırdan bir sapma olarak adlandırılabilir. Nusayri Esed ile, Şii Maliki ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştığı zaman kullanılmayan "mezhep aidiyeti" sözcüğünün, bugün kullanılması en hafifinden haksızlıktır. İran'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çıkışına alt seviyeden ve düşük yoğunlukta tepki vermesi de, çıkışın haklılığını gösteren başka bir unsur olarak karşımızda duruyor. Cumhurbaşkanı da, İran ziyaretinin programını değiştirmeyeceğini söyleyerek, diyalog kapısını açık tuttu. Ancak koyduğu sert tavır da gündemde yerini koruyor.