Türkiye'nin AB ile gerçekleştirdiği Gümrük Birliği (GB), geçtiğimiz 6 Mart'ta yirminci yılını tamamladı. 1995'te oluşturulan Ortaklık Konseyi kararı, Türkiye açısından son derece hayati bir eşiğin aşılabilmesine imkân verdi. Normal koşullarda, Türkiye-AB ortaklığı, üç dönemi kapsamaktaydı. Başlangıç dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak adlandırılan bu üç evrenin sonunda Türkiye'nin tam üyeliği hedeflenmişti.
İlk dönem 1970'te bitti ve Türkiye, 22 yıl sürmesi öngörülen bir "geçici döneme" geçti. 1995'te, esasen yeni bir ortaklık dönemi başlayacağı için, ayrı bir protokol hazırlanması ve imzalanması gerekirdi. Ancak o dönem, Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler hâlâ 12 Eylül darbesinin izlerini taşıyordu. Bu uluslararası protokol hazırlanamadı, onun yerine, Türkiye-AB ortaklığının çok önemli bir kurumu olan Ortaklık Konseyi devreye sokuldu. 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararı, GB'nin işleyiş ve uygulama koşullarını kapsayan ayrıntılı bir çalışmadır. AB, kendi müktesebatında bulunmayan bir sistemi çalıştırarak, Ortaklık Konseyi kararını Avrupa Parlamentosu'nun onayına sundu. Bu denli ayrıntılı olarak eski olayları hatırlatmamın bir nedeni var: Türkiye, 12 Eylül darbesi ile gerek AB ilişkilerinde, gerek uluslararası planda çok önemli zemin kaybetti.
İlişkilerimizin normalleşmesi çok uzun sürdü. Aralık 1995'te, Strasbourg'da Avrupa Parlamentosu'nda GB kararı oylamasını tribünlerden izledim. Karar olumlu çıktığında yaklaşık elli kişiyi bulan Türk delegasyonunda büyük sevinç yaşandığını hatırlıyorum. Bir anlamda, gümrük vergilerimizi sıfırlamak için AB'den onay istedik, kabul edildiğinde de rahatladık. Çünkü ilişkilerimiz artık düzelecekti. Bunun gerçekleşmesi içinse yaklaşık on yıl geçmesi gerekti. Ekim 2005'te başlayan üyelik müzakereleri bile, 2006'da Güney Kıbrıs gemi ve uçakları söz konusu edilerek ciddi akamete uğradı.
Ekonomik ve teknik açılardan bakıldığında, geçen yıl Dünya Bankası'nca hazırlanan ayrıntılı raporda da değinildiği gibi, hem Türkiye hem de AB bu ortaklıktan ciddi yarar elde ettiler. 20 yılda ticaret hacmi dört katını aştı, üretilen mallar, AB normlarına uygun olduğu için son derece yüksek kaliteye ulaştı, prodüktivite arttı. Türkiye üreten ve dış pazarlara girebilen, döviz kazanan bir ülke haline geldi. GB ile ilgili sorunlar da zamanla ortaya çıktı: Üçüncü ülkelerle AB'nin akdettiği ya da hazırladığı anlaşmalara taraf olmakta engellerle karşılaşıldı.
Ticaret ve nakliye yollarındaki kısıtlamalar, vize sisteminin ciddi bir engel haline gelmesi gibi hususlar, ilişkilerin yeterince gelişmesine mani oldu. Bu sorunlar gündeme geldiğinde, son dönemlerde olduğu gibi, GB'nin kimi noktalarının değiştirilmesi, bazı alanlarda geri adım atılması gibi popüler birtakım görüşler ortaya atılıyor. Türkiye'nin akdettiği GB, hem Dünya Ticaret Örgütü'ne konsolide edilmiş, tüm ülkelerce kabul görmüş bir sistemdir, hem de gümrük birlikleri kısıtlanarak değil, genişletilerek, bütünleşme alanları derinleştirilerek faydalı olurlar. Teknik gibi gelen bu hayati noktaların unutulmamasında büyük yarar vardır.
GB ile Türkiye, üretimde ve uluslararası ticarette önemli bir adım attı. Bir anlamda başka bir lige çıktı ve oradaki yerini sağlamlaştırdı. Siyaseten de Türkiye, 1995 dönemiyle kıyas edilemeyecek bir konumda. Ne var ki, AB ile siyasi ilişkiler bir türlü istenen noktaya gelemiyor, bu da GB başta olmak üzere, diğer tüm sinerji alanlarını olumsuz etkiliyor. Yirmi yıl sonra, AB liderlerinin Türkiye'nin gerçek potansiyelini görme ve kabullenme zamanları geldi. Çevresindeki tüm ülkeler ciddi sorunlar yaşarken, Türkiye bir demokrasi ve istikrar adası olarak AB'nin çok daha ciddi siyasi desteğini, bütünleşme iradesini hak ediyor.